Akif bütünüyle kültür adamı idi onun hayatında hiçbir siyasi mülahaza, memnuniyetsizlik ve kavga çıkaracak şey yoktur. Her zaman ülkenin kültüründe meydana gelen yenilikleri takib eder, çalışır, yazar, alimleri alkışlar, teşvik eder. Tam bir ilim okyanusudur kafası, batıyı çok iyi bilir doğuyu da, bizim kadim kültürümüzü de dini de derinliğine bilir. Bizim siyasi tarihimiz, fikir ve kültür tarihimiz hiç de büyük adamlara tahammüle alışkın değildir. Bu da kültür adamları ile siyasilerin düşünce iklimlerinin uzlaşmacı olmayışındandır. Ama yine de tarihi ve dini, kültürü ile büyük oynamalara rağmen bu büyük millet ayağı kalkmış ve inşallah devam edip gidecektir.
Bediüzzaman’ın tabiri ile bin yıl İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir millettir Türkler. İsyan etmek isteyen dar görüşlü birine bu sözü söylemiştir. Bin yıl İslamın bayraktarlığını yapmış bir milletin çocuklarına silah çekilmez. Akif de Bediüzzaman da büyük işler başarmış ve öteye mutlu gitmişlerdir. Bediüzzaman ölmeden bir kısa süre önce etrafında ağlayan has talebelerine “üzülmeyen biraz sıkıntı çekeceksiniz ama sonu iyi olacak” demiş. Akif de Bediüzzaman da Türkün ve Kürdün birlikte bir bayrak altında istiklalin nimetlerini paylaşarak yaşamasını istemişlerdir. Ruhları şad olsun.
***
Akif, Şerif Muhittin’in müzikteki başarısına çok seviniyordu. Çünkü bu başarı kültürümüzün büyüklüğünü dünyaya gösterebilirdi. Bunun da bize faydalı siyasi sonuçları olurdu. Şerif Muhittin Amerika’da konser verirken heyecandan yerinde duramadı. Ta Mısır’dan ona telgraf çekti. Sonucun hemen bildirilmesini istiyordu. Acaba Türk müziği Amerikalıları etkilemiş miydi? Onların Müslümanlara karşı düşmanca bakışları dostça bakışlara dönüşür müydü? Akif o telgrafı çekerken beş parasızdı.
Sanatkar adlı şiirini ABD başkanlarından Roosvelt’in oğlu Archibald Bullok Roosvelt’e ithaf etti. Bunun tek sebebi vardı, bu asil genç Newyork’ta Şerif Muhittin’e ilgi göstermiş ona yardımcı olmuştu. Birinin iyi yetiştiğini ve başardığını görmek Akif için millet çapında bir aile mutluluğuydu. Bunu aynı zamanda savaşta kazanılmış bir zafer olarak kabul ederdi. Mehmet Akif kabiliyetli gördüğü herkesi memleket için yazmaya, çalışmaya teşvik etti. Bir insanın yaptığı işte yeterlilik kazanmasına tutkundu. Genç bir yazarın güzel bir yazısı onu sevinçten havalara uçururdu. Sebilürreşat’ta başarılı yazılar yazan Şemsettin Günaltay için “Benim Şemsettin’im“ derdi. Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi genç şair ve yazarlara hayranlık dolu övgüler yağdırırdı. Vatansızlığa düşmandı Akif. Onun zamanında vatanını, milletini inkar eden insanlar vardı. Bunlar “millet de ne? İnsanlık benim milletim, vatan da ne? Her yer benim vatanım” derlerdi. Akif öfkeyle sorardı onlara “Avrupalıların insanlık ve vatan anlayışı içinde Müslümanlara, Türklere yer var mı sanıyorsunuz? Dünya Savaşında İngilizler bizden Kudüs’ü alınca bizimle aynı safta savaşan Almanlar Kudüs Haç’a kavuştu” diye şenlik yaptı!”
Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı
Kapandı gitti bakarsın ki nekbetin ağzı
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
Vatan deyip öleceksin semada olsa yerin
Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?
Kör olsun ağlamayan ey vatan felaketine
(Fatih Kürsüsünde)
Akif değeri bilinmeyen insanların durumundan hem onlar hem vatan adına derin üzüntü duyardı. Çünkü vatan her insan toplumda layık olduğu yeri aldıkça güçlenebilirdi. Ferit Kam Bey’i herkese tanıtmaya çalışmasının sebebi buydu. Fransız Masiyon kitabında ondan Filozof olarak söz edince Akif, Ferit Bey’den daha çok sevindi. Ferit Bey Akif için der ki “Onun zihni milletiyle dolmuştu. Kendi varlığında kendisine yer kalmamıştı.”
Akif memleket sorunlarında herkesin sorumlu davranmasını isterdi. Genç memur Emin bir ziyaret için Yozgat’a gitmişti, dönüşte Akif’e oradaki memurların halka zulmettiğini, kumar oynadığını, işe gitmediklerini anlattı. Akif kızmıştı, Emin‘e “Yaz bunu! Senin görevindir! Yaz” diye ısrar etti. Yazı dergide yayımlandı. O felaketler karşısında sarsılmayan sorumluluğundan vazgeçmeyen sesler isterdi.
İSTANBUL’DA SON GÜNLER
Akif, kendisini Mısır’dan getiren vapurda eski dostlarından İhsan Faik Bey’e rastlamıştı. Ona “çölde kalacağım diye çok korktum” dedi. Bitkinim, memleket gözümde tüttü. Tanıdıkların da çoğu toprağa karışmış. Üzerinde “ölürsem İstanbul’da öleceğim” diye hüzünlü bir memnuniyet vardı. Vapur Çanakkale Boğazından geçerken bir defa daha o şehirlerin arasına karıştı. Berlin’de otel odasında Niced’de, Çöller’de o kahramanlar için az mı gözyaşı dökmüştü. İstanbul’da onu birkaç dostu, Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Emine’nin bir yardımcısı kızları ve damatları karşıladı. Halim Paşa iki yıl önce ölmüştü. Akif Prenses Emine’nin ısrarlı daveti üzerine birkaç gün için onun Maçka’daki evine götürüldü. İsmet Hanım ise kızı Feride’nin evine gitti. Maçka’da Nişantaşı Yağlık Yurdu’na götürülen Akif‘e burada son ve kesin teşhis kondu. Siroz. ”Hastanın 5-6ay ömrü kaldı“ dediler. Şairin karnı su toplayan vücudu da eriyordu. Sağlık Yurdu’nda yirmi gün kalan Akif, buradan Abbas Halim Paşa ailesinin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’na geçti. Emrine bir hastabakıcı verildi. Tedavisini Prof. Dr. Burhanettin Osman Togan yönetecekti. Akif daha sonra Prens Halim Bey’in Alamdağ’daki çiftliğine misafir oldu. Tedavisi devam ediyordu. Üç ay kaldığı çiftliğe gidiş gelişlerinde damadı Ömer Rıza Bey’e “Ben eskiden Alemdağ’a yürüyerek giderdim. Bugün otomobille gidiyoruz. Düzelsem de yine yürüsem...” diyordu. İstanbul’a döndükten sonra şaire 170 lira emekli maaşı bağlanmıştı.
Hastalık ağırlaşınca Mısır Apartmanı’nda kalmasına karar verildi. Eşi İsmet Hanım da kızının evinde hasta yatıyordu. Akif’e İsmet Hanım’ı getirelim mi diye sordular, istemedi “Beni böyle görüp iyice üzülmesin, biraz toparlanayım“ dedi. Kimsenin ızdırabını paylaşarak üzülmesini istemiyordu, daima “iyiyim“ diyerek çevresindekileri teselli etmeye çalışıyordu.
Mehmet Akif’in yıllar sonra vatanına dönmesi onu sevenleri çok mutlu etti. Dostları, tanıdıkları, edebiyatçılar, milletvekilleri, gazeteciler, yazarlar, bilginler, profesörler ve gençler akın akın onu görmeye, dinlemeye geliyordu. Gerek Mısır Apartmanı gerek Alemdağ’daki çiftlik hiç ziyaretsiz kalmadı. Onu en çok kendisini önceden görmemiş gençlerin ilgisi memnun ediyordu. Bu genç ziyaretçiler onu geleceğe dair umutlandırıyordu. Bunu o gençlere de söylüyordu. O zaman gençler “Sizi tanımayan olur mu Efendim?” diyorlardı. “Herkes İstiklal Marşı’nı okuyor, dinliyor.”
(Akif kıyamete kadar bu büyük milletin hafızalarından silinmeyecektir, bu paye hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar azametlidir. Allah olunca bir insanın yarı, ne yapabilir hased ve kıskançlık rüzgarı. Bin yıl İslamın bayraktarlığını yapmış bir büyük milletin istiklal Marşı’nı Ancak Akif gibi o nisbette büyük ve kutsal bir şair yazabilir.)
Kendisini ziyarete gelenler Akif’e o şiiri niçin Safahat’a almadığını sorunca “İstiklal Marşı benim değil milletimindir” cevabını verdi. “Ben bir daha o şiiri yazamam, kimse de yazamaz. Allah bu millete bir daha istiklal Marşı yazdırmasın.”
Odası dolup taşıyordu Akif’in. Nice tanınmış ve değerli isim ona sevgi taşıyordu. Sabah İbrahim Alaattin Gövsa ona yazılarını okuyor, akşam Faruk Nafz Çamlıbel şiirlerini sunuyordu. Kapıda hastabakıcı ile konuşan adam Abdülhakhamit Tarhan’dı. Yanında bir çocuğun babasına gösterdiği saygıyla duran ise Aka Gündüz. Durumunun ağırlaştığını gelenlerin kapı aralığından bakıp yavaşça çekildiği günlerden biriydi. Akşama doğru gelen bir ziyaretçi onu yatağında doğrulmuş gülümserken buldu. Yorgun ama ışıl ışıl bir gülümsemeyle... Evet haberi o da duymuştu. Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesini imzalamış, Boğazlar uluslararası hukukun teminatı altına alınmıştı. Hasta yatağındaki büyük şairi başka nasıl bir haber sevindirebilirdi ki?
Fransız General d’Esperey 1. Dünya savaşından sonra İstanbul işgal edilirken şehre Rumların hediye ettiği beyaz bir atın üzerinde girmişti. Sözde Fatih Sutan Mehmet’i taklid ediyor, “İstanbul’u Türklerden geri alıyoruz” demek istiyordu. Süleyman Nazif hayatını tehlikeye atarak Kara Bir Gün Başlıklı bir yazı yazdı ve generali ağır şekilde eleştirdi. Akif ne o yazıyı unutabilirdi ne de yıllar önce vefat eden aziz dostunu. “Şu yataktan kalkınca ona bir şiir yazacağım, o ne yiğit adamdı” derken sarsılıyordu.
Akif’i en çok duygulandıran ziyaretçilerden biri de Ahmet Nazmi oldu. O fakir bir adam olmasına rağmen muhtaçlara iyilik yapmak için bitmez tükenmez çırpınmalarıyla tanınırdı. Akif, sahabi dediği Ahmet Nazmi’nin, yüzünü gözünü öptü dayanamadı, ağladı. Ahmet Nazmi, “üstad ne oldu sancınız mı var?“ diye sordu. Akif gözyaşlarını silerken “Yok bir şey“ dedi. Bir gün başka bir ziyaretçi geldi. Osman Pehlivan. Akif tarifsiz bir mutlulukla gülümsedi, odaya giren Osman Pehlivan’a tatlı tatlı çıkıştı. “Neredesin sen!” Yanındakiler de onu tanısın diye pehlivanı uzun uzun konuşturdu. Kisbeti nasıl abdestsiz giymediğini, iki rekat namaz kılmadan güreşmediğini, o unutulmaz güreşlerini, o eski güzel günleri ona zorla anlattırdı. Pehlivanın yüzüne dalmış, gözleri dolu dolu olmuştu. Akif bir ara yanındakilere “Osman pehlivan on sene başa güreşti” derken bir çocuk kadar saf ve güzeldi.
Kur’an okumak ve dinlemek Akif’in en büyük zevki ve mutluluğu idi. Hastalığı süresince önceden bildiği veya hiç tanımadığı birçok hafız hemen her gün ona Kur’an okudu. Hafız Necati’yi dinlemek istemiş, Hafız “Her gün gelirim“ deyince “Son günlerimin en büyük mükafatı olur” cevabını vermişti. Çok sevmişti bu sesi, bir taraftan gözlerini siliyor, bir taraftan bu zatı dinlerken “Kur’an yeni iniyormuş gibi geliyor” diyordu. Hafız Sadettin Kaynak, Hafız İdris de ona Kur’an okuyanlar arasındaydı. Bir gün Hafız İdris okudu, sustu, sordu “Başka nereden emredersiniz?” “İn ahsentüm“ dedi Akif. İsra Suresinin 7 ayeti idi. “İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize kötülük yapmış olursunuz.” Hafız İdris Oradan okumaya başladı. Akif gözyaşları içinde dinledi.
BİR ARALIK AKŞAMIYDI
Mehmet Akif’in yüzü mavileşmiş, iki gözden ibaret kalmıştı, çok zorlukla bir iki kelime konuşabiliyordu. Ayrılık başlamıştı. Ali Rıza Efendi ile Hafız Necati geldi. Akif bir ara işaretle oku dedi. Hafız Kur’an okumaya başladı. Akif‘in belki duyduğu son sestir bu. Başka bir aleme açılıp gitti. 27 Aralık 1936 Pazar günü saat 19.45’te ruhunu, bir ömür sözünden çıkmamaya çalıştığı Allah’ına teslim etti. Yanında kızı Cemile ve İstanbul’a dönüşünden beri her türlü yardım için destansı bir gayretle koşturan aziz dostu Fuat Şemsi Bey vardı.
Sabah gazeteler haberi duyurdular, cenaze bekletilmedi. Öğle ezanına doğru Bayezıt Camii’ne çıplak bir tabut geldi. Sağdan soldan koşturan üniversite öğrencileri o tabutu al bayrakla sarıp sarmaladı. Tabut Edirnekapı mezarlığına kadar arabaya konulmadan öğrencilerin ve yolda kafileye katılan halkın omuzlarında taşındı. Fuat Şemsi’nin hazırlattığı mezarı Süleyman Nazif ve Babanzade Ahmet Naim’in mezarlarının yanındaydı. Fuat Bey bu büyük insanların birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini biliyordu. Defin sırasında İstanbul’un tanınmış hafızları Kur’an okudu. Defin bittikten sonra bir fırtına koptu, gençler İstiklal Marşı‘nı okuyordu, gözyaşları sel olmuştu. Abdulkadir Karahan bir konuşma yaptı. “Türk gençliği yalnız bir büyük şair değil inancına son ana kadar sadık kalmış bir büyüğünü yitirdi. İstiklal Marşı ufuktan ufka yayıldıkça o da milletin sevgisinde yaşayacaktı.” Sonra bir ses yükseldi.
Ey Çanakkale şehitleri Akif geliyor!
Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana...
***
Recep Şükrü Apuhan’ın Örnek Hayatlar Mehmet Akif Ersoy, Özgürlük Peşinde isimli eserini farklı bir terkip olduğu için burada özetledim, sayın yazarı tebrik ederim, şayet yanlışlarım varsa nazar-ı müsabaha ile bakılsın.
Ziya Paşa’nın bir beyti ile kapatalım.
Her âkıle bir derd bu âlemde mukarrer, Râhat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan?
Akif vatanın kurtulması için azami gayret sarfetmiş, İstiklal Marşını yazmış, sonra bir seyahat için Mısır’a gitmiş ve ölmek için vatanına dönmüş. Vatan toprağında ebedi istirahatgahına çekilmiştir. Ruhu Şad olsun.