Risale-i Nur Talebelerinin çok aşina oldukları ve hadd-i zatında kâinattaki her varlığın Allah-u Teâla’yı kendilerine mahsus lisanlarla her daim zikir halinde oldukları hakikatine dikkat çeken Bedi’üzzaman Hazretleri, Bir içim su letafetindeki te’lifatının her bahsinde ve işlediği hemen her mevzuun başında “Ve in min şey’in illâ yusebbihu bihamdihi” (İsrâ/44), yâni, “her ne var ise O’nu hamd ile tesbih ederler” meâlindeki beyân-ı kudsi’yi serlevha ederek aslında zihinleri baştan itibaren teyakkuza geçirir. Gafilâne bir okuyuş değil de her iş ve oluşun lisân-ı hal ve kal ile hikmetli bir faaliyet halinde olduğunu ve bunu da ilân ettiği gerçeğini nazara verir.
Bu cümleden olarak, Kur’an-ı Hakim’in uluhiyetin azametini beyan eden Mekki olan Hadid, Haşir ve Sâf sureleri “Sebbehe lillâhi…” (Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ı tesbih ederler) meâlindeki heybetli âyetlerle başlar. Yine, aynı mânâ “sebbehe” kelimesi “y(t)usebbihu” geniş zaman edatıyla 14 ayrı âyette beyân edilir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi sözü edilen mukaddes mânâyı ve hakikati, Yüce Yaratıcının eksik ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu kendi lisânlarıyla “tesbih” ederek yüceltme halindeler.
Hazreti Bedi’üzzaman, Allah’ın varlığının bütün alemlerdeki delillerinin sıralandığı bahislerde varlıkların kesintisiz olarak Allah’ı tesbih ve tahmid hallerine derinlemesine nazar etmemiz, hâl lisanlarını anlamamız, belki de seslendikleri ve/ya gösterdikleri dersi ve mânâyı can gözüyle görüp kalp kulağıyla dinlememiz için dikkatimizi çeker.
Meselâ, “Dinle de yıldızları” diye başlayan “Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme” de şiirimsi bir anlatımla, varlıkların “Hep beraber nutka gelmiş, hak lisânıyla, Allah’ın birliğine ve kudret tecellilerine şâhitlik ettiklerini ifadeden sonra, “Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, İşittiririz insan olan insana. Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz. Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz âbidâne…” (17.Söz, 2.Makam) dediklerini “hayâlen dinledim” diyerek, bizlerin de şâhitliğini yaptığımız varlığın icrâ ettikleri ve aslında devamlı surette dillendirdikleri ve yansıttıkları hikmetli mânâların görülüp duyulup anlaşılmasının örneğini verir. Bu meyandaki Otuzüç Pencere, Ayet’ül Kübrâ ve yakın manalardaki sair risâleler ayrı birer şaheserdir.
Varlıkların, akıl ve şuur sahiplerine çok önemli şeyler söylediğini beyân eden âyetin (İsrâ/44) devamında “Ne var ki siz onların tesbihini (zikirlerini) anlamazsınız” buyurulmuş. Demek ki, yaratılmış olanlar hâl (davranış) ve kâl (söz) lisanlarıyla, düşünen, gören, duyan ve hissedenlere çok şey söylüyorlarmış fakat biz anlamıyoruz! Kalbimizin, göz ve kulaklarımızın kilitlerini açmalıyız ki o mânâlara yaban kalmayalım. “Andolsun ki, … Onların kalbleri vardır, fakat onunla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler” (A’râf/179) âyetinin işaret ettiği gafillerden olmayalım.
İşte harika bir görüp duyma örneği: “Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidâları işitir. Lisân-ı hâl ile yapılan zikirleri, tesbihâtları fehmeder. Hattâ o nur-u imân sâyesinde rüzgârların terennümâtını, bulutların nârâlarını, denizlerin dalgalarının nağamâtını ve hâkezâ yağmur, kuş ve sâire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihâtı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dâiresidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba’ ettirmekle kalbleri, ruhları, nurânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhâları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere gark eder.” (İ.İ’câz/7.Ayet)
Kendimi bildim bileli musikiye âşinâlığım var. Özellikle ney meşk etmek için çok heves ve gayretime rağmen bir türlü muvaffak olamadım, fakat iyi bir dinleyiciyim; hele sözsüz olanı dinlemeye bayılırım. İsterim ki dinlediğim nağmeler okuyup anladığım kudsi mânâları hatırlatsın, akıl ve kalbimle hissettiklerimi ihtizaza getirsin. Hele şu bütün sazların sultanı ve efendisi olan “ney” yok mu! O muhrik inleyişi hangi tür müzikte ve hangi eserde var ise ona derinlik katan şu sırlı sadâyı veren ney. (Bu kelimenin aslı Farsçadır ve nây’dır.) Hikâyesi uzundur, rivâyet edilir ki Hazreti Peygamber Efendimizin (sav) “ilim şehrinin kapısı” Hazreti Ali’ye (ra) anlattığı sırlardan haber verirmiş. O yüzden Mevlâna Celâleddin (ks) Mesnevi'nin ilk beyitlerinde “ney/nay”ı kasd ederek şöyle der: “Sırrın uzak değil, yakın bir yerde; fakat onu görecek göz, duyacak kulak nerede?!..”
Aslına bakılırsa, bütün sanat ehli, kâinattaki güzellikleri ince algı ve hassas duygularıyla hissederek taklit suretiyle kendi sanat alanlarına taşırlar. Gördükleri harikalıkları kendi hünerleriyle, kimi sesle, kimi çizgi ve şekillerle, kimi renk ve desenlerle ifâde ederler. Kimileri şiirin belağatlı diliyle, kimileri güzel sözlerle yazar ve anlatır, kimileri de çeşitli malzemeler işleyerek benzerlerini yapmaya çalışırlar. Gelelim müzisyenlere. Onlar dağlara tepelere çıkar, ormanların derinliklerine girer, upuzun sâhillerde yürürler. Rüzgârların, yellerin ve meltemlerin esintisini, şimşeklerin narasını, fırtınaların haykırışını, dalgaların sahilleri dövmesini, yağmur damlalarının, kuş cıvıltılarını, bülbüllerin-sakaların ötüşünü dinlerler.
Denizlerin kabarmasını, güneşin doğuşunu-batışını, çiçeklerin arz-ı endam edişini, güllerin gülüşünü, balıkların sulardaki süzülüşünü, gökyüzünde pervaz eden kuşların uçuşunu, ağaçların dal-budaklarıyla nazlı nazlı sallanışını, hayvanları, kurtları, kuzuları, ceylânları, kelebekleri seyrederler. İlâhi kudretin san’at tezgâhından çıkmış tabiatı, yerleri-gökleri günlerce, haftalarca, belki de aylarca süren seyir ve duyuşlardan sonra kalplerine gelen ilhâmları, içlerine doğan mânâları notalara dizer, besteleyip sazlarla seslendirirler.
Esasen, Bediüzzaman’ın “İlâhi bir musiki dâiresi” diye tâbir ettiği kâinattaki Rabbâni sesleri duymaya gayret ederler. Bu san’atları icrâ edenler yüce san’atkârın, varlıklar üzerinden seslendiği ve ancak hassas kulakların duyabileceği bu Rabbâni kelimeleri ve mukaddes mânâları keşke lâyıkıyla anlayıp sesin sahibini bulsa, bilse ve hakikatine bir erebilseler! Zâten âyette de açıkça buyurulmuş ya: “Ne var ki siz onların tesbihini (zikrini) anlamazsınız”. Keşke anlayabilsek, keşke anlaşılabilse!..
Mevlâna Celâleddin’in (ks)’in ve onun müntesipleri olan mevlevilerin “semâ’”ı da, Bektaşilerin semâ’ kelimesinden bozma “semâh”ı o sessiz ve deruni mânâlar olan kalp ve can kulağıyla işitilen “ince duyuşlar” nev’indendir. Çünkü sema’ kelimesi Arapça duymak/işitmek demektir. Kalbine ince ayar çekmiş olanlar hisleri de, sessizliği de, dilin söylemediğini de duyarlar. Bilmem ki, mânâ âleminin büyüklerine neler işittirilir, kalb kulaklarıyla işitenlere neler duyurulur, ne sırlar verilir, kimbilir!..
Yunan asıllı dünyaca ünlü Amerikalı müzisyen Yanni’nin birbirinden güzel bestelerini dinliyorum. Eserleri her biri dalının en iyisi olan 50-60 müzisyenin bir araya geldiği büyük bir orkestra icrâ ediyor. Şilili, Perulu, Japon, Ermeni, İngiliz, İspanyol, Venezüelalı ve bilmem nereli farklı milletlerden, farklı ırklardan, farklı kültürlerden müzisyenler ve fakat hepsi de en iyiler. Akordası iyice ve ince yapılmış telli, yaylı, nefesli, vurmalı ve tuşlu farklı sazlar, farklı ve bir kısmı da acaip yerel çalgı aletleri; kemanlar, gitarlar, piyanolar, viyolalar, trompetler, obualar, flütler, davullar, tumbalar... Birbirinden farklı coğrafyaların, farklı toplulukların, farklı dillerin şarkıları, farklı sazlar, farklı vurma ve çalma teknikleriyle, farklı tonlar ve nidâlar, farklı ses ve sadâlarla seslendirdikleri, tarifsiz lezzet ve hazla dinlenen muhteşem eserler…
Bu kadar farklılığa rağmen parçaların icra edilmesi esnasında, orkestra mükemmel bir uyum içinde. Her müzisyen ötekinin sesini bastırmadan, sırasını ihlal etmeden, bestenin düzenini bozmadan notaları tâkip ediyor. Çaldığı sazın/enstrümanın ses vermesi gereken zamanı kolluyor, işaret verilen anda, istenen tonda ve tınıda nağmeye dâhil olup icrâsını yapıyor. Her sazdan ayrı bir sadâ çıkmasına rağmen, orkestrada insanı kendine hayran eden sıkı bir disiplin ve şahane bir uyum/senkron görülüyor. Günlerce tekrar tekrar dinlediğim müzik ruhumu, hayallerimi, içimi ve dışımı alıp sanki bu âlemden başka başka yerlere götürüyor…
Şu dersi çıkardım; büyük ve harika işler ince, doğru ve hassas hesaplarla, işinin ehli olanlarla, bilgi ve tecrübeyle, ustalık ve uzmanlıkla, sabırla, sırayla ve tertiple yapılıyor. Eser ne kadar güzel olursa, eldeki alet-edevat ne kadar kaliteli olursa olsun, icracılar bir arada olduklarında aynı şeyi yapıyor olsalar bile, şayet aralarında maksat birliği ve beraberliği olmazsa, söylenen ve yapılanda bir ölçü ve ahenk, bir denge ve düzen olmazsa başarılı sonuç almaları mümkün değildir. En başta da şu: Farklılıkları, birbirinden ayrı özellik ve kabiliyetleri çok iyi yönetebilecek basiret ve ferasetli bir idarecilik ile birlikte/birarada çalışma ve iş yapabilme şuuru ve becerisi olmazsa olmaz.
Ve düşündüm ki, şu hikmet ve sebepler dünyasında, hele de mânevi hizmetlerde gâyemize matuf müsbet ve hayırlı neticeler alabilmek için, plânlanan ve/ya yapılacak her iş derli-toplu, disiplinli ve mükemmel bir uyum halinde olmalıdır; Ferdi veya mânevi her bir şahıs, bünye ve/ya yapı farklı kabiliyetler, farklı mizaçlar, farklı özellikler, farklı algı ve kapasiteler, farklı anlama ve idrâk mertebesinde olsa da, yukarıda örneği verildiği üzere, aynı eserin notalarının kusursuz bir şekilde icrâ edilişindeki gibi, neyin ve hangi işin, kimlerle, nasıl, ne zaman ve hangi şartlarda yapılması gerektiğinin, iyice etüd edilip sağlam zemine oturtulmuş ve sağlaması yapılmış bir hesapla, Kur’ân-ı Hakim’in ve Sünnet-i Seniyenin esaslarını bu asırda aynı ruhla, aynı gâyeyle beraberce yapmak, yaşamak ve yaşatmak durumundayız.
Hülâsa, amatörlükten ve acemilikten bir an önce çıkıp kurtulmalıyız. Çok iyi bir orkestrasyon (sevk ve yönetim) ile mesâilerimizi, zaman, imkân ve yeteneklerimizi, çok yönlü ve çok boyutlu olarak düşünüp plânlayarak tanzim etmeliyiz. Algı ve becerilerimizi, usül ve üslubumuzu uğruna canlarımız fedâ olası Nurların hizmet prensipleriyle hassas bir akord (ince ayar) edebilmeliyiz.
Ahhh, ahhh ahhh bir edebilirsek! Ondan sonra ne güzel eserler, seyrine de dinlemeye de doyulmaz ne saadet besteleri işitilecek hizmet mekânlarımızdan. Mihengimiz zaten Kur’ân ve Peygamber Sünnetinin esasları ve hakikatleri, edep ve âdâbımızdır. Akordumuz o iki kudsi menba’dan çıkarılmış Risâle-i Nur’daki ihlâs ve uhuvvet düsturlarıdır…
FessubhanAllah!.. Bir müzik dâhisinin icrâ ettiği enfes ve doyumsuz müzik eserlerini seyredip dinlerken aklımıza neler de gelmiş!.. Ne tuhaf değil mi?..