"Sığmam, dedi Hak, arz u semâya,
Kenz'en bilindi dîl mâdeninden.”
Mârifetname’nin müellifi allâme İbrahim Hakkı Hazretleri, yukarıdaki beyitte, hiçbir yere sığmayan Cenâb-ı Hak’kın, Zâtıyla değil, ancak kenzen, yâni hazineler mesabesindeki bilgiyle ve irfanla mârifetine erilerek sadece kalbden (ilimle) görülüp dîlden (gönül) bilinebileceğini, şiirin beliğ diliyle ifade etmiş.
Hazret bu ince sırrı başka bir şiirinde “Dîl (gönül) beyt-i Hudâ’dır / A’nı pak eyle sivâdan”, yâni irfanla dolmuş, mârifete ve muhabbete doymuş gönül Allah’ın evidir, o gönlü temiz tut, başka şeylerle kirletme, meâlinde açıklamış.
Benzer/yakın mânâ Yunus Emre’nin bir beyitinde şu sözlerle dile gelmiş: “Yıktın ise bir kalbi o kıldığın namaz değil!” Çünkü, İlâhi marifetle ve muhabbetle dolu, dâima Rabbiyle irtibat halinde olan gönül Allah’ın evidir. Öylesi bir kalp Kâbe hürmetindedir, hatta daha üstün ve değerlidir. Bâtınını, yâni içini, bütün hissiyat ve lâtifelerini tefekkürle, tezekkürle ve mârifetle doyurmuş, bu keyfiyetiyle kalbi Kâbe’den kıymetli olan İNSAN’ın kalbini kıran ve yıkan kişi nasıl olur da Kâbe’ye yönelip namaz kıla(bili)r?!
Bir cevher de aşk yolunun hünkârı Hacı Bektâş-ı Velî’den: O dillere destan, kısa, özlü, derin ve zengin mânâlar taşıyan “Benim Kâbe’m İNSAN’dır” sözüyle, Hak’ka vasıl olmuş, hikmete, hakikate ve mârifete ermiş bir gönlün, mâneviyâtın semâlarında evc-i kemâlâta yükselmiş bir rûhun, Rabbinin dost ve muhataplığına lâyık-ı veçhiyle müheyyâ kılarak kalbini Allah’a beyt, yâni Kâbe yapmış İNSAN’ın sonsuzluğa namzet olduğunu anlatıyor.
Ne kadar büyük, geniş ve engin olursa olsun, varlığı sonlu ve sınırlı olan ‘sonsuz’ ve ‘sınırsız’ı içine alabilir mi? Deryalar, ummanlar bir göle sığabilir mi? Ne mümkün!.. Biz insanların ruhları sonsuzluk âleminden üflendiği için son’a râzı değiliz, olamıyoruz. Ne kadar geniş olsa da sınırlar içinde kalıp orada hapsolmaya gönlümüz yok. Sonsuz olandan verilen ruhlarımız elbette sonsuzluğu istiyecek.
Fenâya mahkûm, ârızalarla mâlül, ölümlü ve bir nevi gölge olan şu kıytırık, kıymetsiz ve geçici varlığını bâkî, hakikî ve sâhiden var sayan gâfile ne demeli?!..
...
İçinde bulunduğumuz fâni (mülk) âlemden ötelere nazar eden, fenâyı ve şu geçici varlığın gerçek mâhiyetini (melekût) anlayıp bunların özündeki yokluğu aklen ve kalben görebilen hakikat nazarlı gözler, henüz dünya hayatını yaşamakta, nefes alıp vermekte iken kendilerini zayıf, cılız ve gölge birer varlık, hatta bazısı da ‘hiç’ deyip ‘yok’ hükmünde saymışlar.
Bu kabullerinde tamamen haksız da değiller. Çünkü, vücûdu (varlığı) hakiki, mutlak ve ‘vâcip’ mertebedeki Allah katında, varlığı ile yokluğu birbirine eşit ‘mümkün’ mertebede olan fâni insanın ve mâsivânın (diğer bütün varlıkların) pamuk ipliğine bağlı geçici, sonlu, sınırlı varlığı nedir ki! Ebedî’nin yanında fâni varlık ne ifade eder? Mevcûd-u Hakikî’nin varlığına nisbetle, ha var ha yok ve/ya hem var hem yok durumda bulunan “mümkün” mevcûdun kıymeti ne ola ki?
Bazı tasavvûf ekolleri “hakiki varlık/var olan sadece Allah'tır” mutlak gerçeğinden yola çıkarak hakikatte O'ndan başka hiçbir şey ‘VAR’ değil diye itikâd edip Zât-ı Akdes’ten gayrı her şeyi, her mevcûdu ve her görüleni gölge, sonlu ve fâni, yâni aslında koca bir ‘HİÇ’ veya ‘YOK’ diye kabul ederek "Lâ mevcûde illâ Hû" (O'ndan başka varlık yoktur) fikrini esas almışlar.
Bazı mutasavvıflar yukarıda ifade edilen bahis muvacehesinde “Esasen bizler de diğer bütün varlıklar da hiç'iz ve yok’uz. Çünkü, şu âlemde elbette vakt-i merhûnu gelince her şey bir gün son bulacak; Bugün değilse yarın. Fakat mutlaka bir sona erişe, bir bitiş ve tükenişe mâruz kalacak. Mâdem âkibet kaçınılmaz olarak bir son’dur, o halde biz şimdiden HİÇ'iz” demişler.
Bir çok şiirinde ‘vahdet’ül vücûd’ anlayışının izleri bulunan Yunus Emre’nin bir beyitinde bu husus şöyle ifade bulmuş: “Beni bende demen ben’de değilem / Bir ben vardır ben’de, benden içerû!” Yâni, kendisini kasd ederek, 'ben’i” var saymayın. Gerçekte ‘ben’ yokum, görülen hakikatte ‘ben’ değilim veya ‘ben’ hakiki bir varlık değilim. Ben’de (içimde), bana benden de yakın bir ‘ben’ var ki hakiki ve esas ‘var’ olan O’dur.
Bu anlayış ve kabul, mâsivâ’nın, yâni Cenâb-ı Allah’tan gayrısının fâniliği ve varlığının ebedi olmayışı itibariyle doğrudur. Ancak, Risâle-i Nûr’daki ilgili bahislere istinâden, “mevcûdat fâni, geçici veya gölge de olsa Sâni-i Hakim’in isim ve sıfatlarına ayna, esmâ’ya hem mazhar ve hem de müzhir olmaları hasebiyle” eksik ve/ya hatâdır.
İşte Muhterem Bediüzzaman Hazretleri, tasavvûfun bu anlayışını, fâni olsalar bile “mevcûdâtı yok saymak, varlıklar üzerindeki tecellileri görmemek sûretiyle esmâyı bir nevi inkâr” sayılacağından “hiç ve mâdûm (yok) değil, ancak fânidir, zâildir (geçici), zıll’dır (gölge)” diyerek tashih eder.
İhlâs Risalelerinden 21.Lema’nın Dördüncü düsturunda tarikat ehlinin dünyaya meyli kırmak için usûlleri olan hal-i hazırda “farazi bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül ederek müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek” fikri yerine “belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmak” sûretiyle, mülk ve meşhûdat aleminde bulunduğumuz her an varlığın akibeti hatıra getirilebilir; Olmamışı olmuş kabul yerine kaçınılmaz olarak gelecekte olacağı dâima hatırda tutmak daha mâkûldür. Kendini yaşarken ölmüş saymak yerine yaşarken her an ölebileceği şuuruyla hareket etmek daha isabetli ve gerçekçidir.
Hülâsa, Hazreti Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle, “Vücûdunu (varlığını) Mûcid’ine (var edene) fedâ eden”, yâni yarın bir gün HİÇ olacak fâni, geçici ve gölge varlığını bugünden, Hakiki “VAR” olana sunan ve onun yolunda sarf eden SON bulmaz, SON'a ermez, SON’a mâruz kalmaz; SONSUZ’luğa mazhar olur.
O halde ey dost ve ey kardeş,
Kalbimizi bütün varlığımızla O'na açalım; O Sonsuz’a yönelip O’na dost olmaya çalışalım. Asıl ve esas hüner ve mahâret O’na dost olmaktır. Fâni ve geçici olan varlığımızı Bâki ve Ebedi’ye fedâ eyleyelim ki sonsuzluğa erelim. Çünkü Ebedi olan Allah, dostunu da ebedi kılacaktır vesselâm.