(Bu yazı birkaç sene önceki hac ibâdetimiz sırasında ve sonrasında kaleme alınan hatıratımızdır. Gidecek olanlara faydalı olmak, tarifi mümkün olmayan o mânevi lezzeti ve süruru bir nebze de olsa hissettirmek için takdim ediyorum.)
Hac ibâdetimizi edâ etmek için on küsur yıl önce müracaat etmiştik. Her yıl hac kur’â sonuçlarını ümitle ve büyük bir heyecanla bekliyorduk. Bu yıl yine çıkmadı, inşallah bir sonraki sene derken sabır ve tevekkülle kur’amızın çıkmasını umuyorduk.
Değerli ilim adamı Muhsin Bozkurt beyefendi yıllar önce, Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ (Peygamberler ve Halifeler Tarihi) isimli kitabını sadeleştirip hediye etmişti. Geniş hacminden (1230 sayfa) azıcık çekinip kütüphânemin görünür yerine koyduğum bu kitabı okumaya fırsat bulamamıştım. Şeytanın bacağını kırıp okunmayı bekleyen o bilgi hazinesini “Bismillah” deyip elime aldım.
Mübalâğa olmasın, biriket kalınlığındaki kitap Adem (as)’in hilkatinin öncesinden başlayıp Fatih Sultan Mehmed ile sona eriyor. Mübârek kitap okumakla bir türlü bitmiyor. Peygamber Efendimizin vefatının hemen ardından, bilhassa “cihâr-ı yâr-i güzin” râşid halifeler devrini teenniyle, o gün yaşanan hadiseleri ve sahabenin tavrını dikkatle ve hazmederek okumak istiyordum. O dönemde ümmet içinde ortaya çıkan ilk fitneyi, Hazreti Osman (ra)’ın şehadetini, ardından Hazreti Ali (ra) devrini ve o kaos döneminde yaşananları merak ediyordum.
İmam Ali (ra)’nin hilâfet yıllarını, içtihadlarını, zuhur eden ihtilâfları bertaraf etme çabalarını, sahabenin yürek yakan o ihtilaflardaki tutumunu vs. Bugün İslâm ümmeti içinde cerahati hâlen devam eden o ilk yaranın ortaya çıkışını, etkileri günümüze kadar süregelen başta şiâ-yı Ali ve ehl-i sünnet olmak üzere, haricileri... Sonraki yıllarda çeşitli itikâdi mezheplerin ortaya çıkış serüvenini... Bugün pek ççok hususta ibret alınması gereken o târihi tecrübede her biri birer rey/ictihâd sahibi olan sahabenin, tâbiinin ve selef ulemânın tavırlarını... Emevilerden Abbâsilere, Fâtımilerden Eyyubilere, Harzemlerden Selçukilere, Moğol istilâsından Osmanlı devletine kadar, yükseliş ve çöküş devirlerini, bir araya gelişleri, hükmetme arzu ve ihtiraslarını, ihmal ve ihânetleri, bazen coşku ve heyecan veren, bazen acı, hüzün ve kedere sevk eden yüzlerce hadiseyi, bir hukuk-devlet-siyâset adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın nazarıyla İslâm tarihini okumak oldukça cezb ediciydi.
Birkaç ay süren ve bazı mühim kısımlarını tekrar tekrar okuduğum kitabı nihayet bitirdim. Üzerinden iki-üç hafta geçmeden, hac kur’amız çıktı ve zevcemle birlikte hac yolculuğu için hazırlıklara başladık. Farkında olmadan Peygamber Efendimizin (sav) hayat-ı saadetini ve İslâm târihini okumuş olarak ruhen ve fikren hazırlanmaya başlamışız. Ne hoş ve bereketli bir tevafuk olmuş!..
“İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. / Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şâhit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar…” (Hac/27-28)
Hazreti İbrahim (as)’in binlerce sene evvelinden ettiği dâvete icâbet vaktimiz gelmiş demek ki. Türkiye’nin ilk hac kafilelerinden biriyle yola çıkıp kırk küsur günlük bir ibâdet iklimine gireceğiz. Rehberimiz hac ve umrelerle beraber şu günlerde 120. görevini yapmakta olan emekli müftü Mustafa Okullu hocaefendi. Rehberimiz ve kafiledeki hacı adaylarının çoğu Şanlıurfa’dan, bir kısmı Kastamonu’dan, diğerleri ise Kocaeli/Gölcük’ten.
Ziyarete, önce Peygamberin mübarek ve nurlu şehri Medine’den başlıyoruz. Orada bir hafta kaldıktan sonra Ümmu’l Kura (şehirlerin anası) Mekke’ye gidecektik. Yola çıkmadan önce Rahmet Peygamberi Zât-ı Risâlet Efendimize (sav), âşıklarının yazdıkları naat-ı şeriflerden derlediğim şiirleri yanıma aldım. Uçakta Fuzuli’nin Su Kasidesi’ni, Urfalı Nabi’nin “Sakın terk-i edepten” ikâzıyla başlayan o muhteşem şiirini, Yaman Dede’nin “Gönül hun oldu şevkinden boyandım ya Resulullah” sözleriyle başlayan “Dahilek Ya Resulullah” şiirini, Kemâl Edip Kürkçüoğlu’nun “Ey Zât-ı ezelden beri Sultanım Efendim” sözleriyle başlayıp “Allah’ı gören gözlerin aşkına / Bak bende-i muhtacına Sultanım Efendim” şah beytiyle devam eden o hirkatli ve fakat mükemmel naat-ı şerifini okuyor, ara sıra bu yanık yürekli peygamber sevdalılarının hangi duygularla ve ruh halleriyle bu zengin mânâları hissedip kaleme aldıklarını tasavvur ederek az biraz anlamaya çalışıyoruz...
***
“Hac (ayları), bilinen aylardır. Kim o aylarda hacca başlarsa, artık ona hacda cinsel ilişki, günaha sapmak, kavga etmek (itişip kakışmak) yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. (Ahiret için) azık toplayın. Kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır…” (Bakara/197)
Üç-dört saatlik bir uçuştan sonra Medine Havaalanına indik. Vakit öğleyi biraz geçmiş. Uçaktan indik, pasaport kontrolü ile giriş işlemlerimiz yapılırken memura “merhaba” diyerek selâmladım. Ardından “Peygamberin bahtiyar komşularına ne mutlu” dedim. Memur yüzünde beliren sıcak ve tatlı bir tebessümle karşılık verdi. Otobüslere binip upuzun ve düz bir yoldan münevver şehre doğru gidiyoruz. Uzaklardan Hazreti Peygamberin mübârek naaşını saklayan Mescid-i Nebi’nin yeşil kubbesi “kubbet’ul hadra” göründü. Merhum Şair Nâbi’nin “Sakın terk-i edepten, Kuy-i Mahbub-u Hudâdır bu / Nazargâh-ı İlâhidir, Makâm-ı Mustafa’dır bu” beyti hatıra geldi. Kalplerimiz coşkuyla dolu, hızlı hızlı atıyor. Diller hamd ve şükürlerle, salavât-ı şerifelerle meşgul. Otele yerleşir yerleşmez ilk namaz vaktini Mescid-i Nebi’de edâ edecek olmanın heyecan ve telâşıyla, koşuşurcasına hazırlık yapıyoruz. İkindi namazının ardından huzur-u Risâlet’e çıkıyoruz.
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.” (Ahzap/56)
Ey nazlı ve sevgili kul,
“Levlâke” sırrının öznesi,
“Makām-ı Mahmud’un” sahibi,
Alemlerin hilkatinin sebeb-i vücudu,
Adı Allah'ın adıyla birlikte zikredilen sevgili,
Adı anılınca gönüllerin titrediği baş tacımız,
Ey kalplerin şifāsı ve devāsı,
Ey rahmetin görünür hali, ey şāh-ı şefaat,
Ey göz nurumuz ve aydınlığımız,
Cenāb-ı Allah ezelden ebede, sana dāima salât etmektedir;
Bu ne devlettir! Bu sana yetmez mi, ey en sevilen...
“Esselâmu aleyke Ya Resulullah…”
Kabr-i Şerifin önüne varıp Sevgili’yi selâmlıyoruz. Her milletten, herkesin dilinde önce bu kutlu selâm. Herkes kendi yerinden-yöresinden Peygamber sevdalılarının selâmlarını kimi içinden, kimi isimlerini yazdığı listeden birer birer okuyarak Hazreti Peygambere takdim ediyor. Efendimiz bir hadis-i şerifte şu meâlde buyurmuştu, “Biz peygamberleri, vefâtından sonra kabrinde ziyaret edenler hayatta ziyâret etmiş gibidir.” Herkes bir heyecan ikliminin içinde, selâmına karşılık bulacağının ümidiyle bildiği, anladığı, yüreğine zapt edilmez mānāların aktığı ve āşina olduğu en güzel sözlerle Alemlere Rahmet olarak gelen Hazreti Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa’yı (sav) selâmlıyor. Mücessem olarak insan suretinde görülen rahmetin (sav) huzurunda, kendisine inanmış yüzbinlerce mü’minde saygının ve edebin en güzel halleri müşâhede ediliyor. Habib-i Edib’in, “Eddebeni Rabbi …” Beni Rabbim edeplendirdi, O ne güzel terbiye edendir, sözleri elbette O’nun mānevi huzurunda ve mescidinde O’na imān etmiş her mü’minin hāline sirayet edecek…
(Devam edecek)