Hac: Ümmetin Büyük Buluşması-4

Mehmet Asıf IŞIK

Mİ’RAC’A YÜKSELİŞ

Mi’râc, İslâm tarihinde “hüzün senesi” diye bilinen, Peygamber Efendimizin muhterem zevcesi Hazreti Hatice’nin, çok geçmeden onu büyüten ve müşriklere karşı koruyucusu olan amcası Ebu Talib’in kısa aralıklarla vefat ettikleri, nübüvvetin 12. veya 13. yılında Zât-ı Risâlet Efendimize (sav) Taraf-ı İlâhi’den teselli olarak ihsan edildi. Yeryüzünden Arş’a yükseliş olan bu kutlu yolculuk, tekrarı olmayan, ilk ve tek defa yaşanan bir şereflenmedir; Asumâna yolculuk Mescid-i Haram’dan, Ka’be’den başlamıştı. Şimdi hacılar o muhteşem hadisenin, büyük Mi’râcın başladığı yerdedir. Her hacı “iyyâke na’budu” (Ya Rabbi, bir tek sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz) hakikatini madden ve mânen yaşıyor.

Hac İslâm ümmetinin büyük bir buluşması, kudsi bir kongresidir âdetâ. Her milletten, her ırktan, her renkten, her dilden, zengininden fakirine her sosyal tabakadan, her mezhepten fakat aynı dine mensup imân kardeşlerinin aynı ibâdeti edâ etmek için bir araya gelişidir. Rabbimize ellerimizi her açışımızda “vel mu’minune vel muslimun” diyerek duâlarımıza dâhil ettiğimiz mü’min ve müslümanlarla birlikteyiz. Bu yeryüzündeki müslümanların birbirlerini, kültürlerini, değerlerini vs. tanımaları için çok ta güzel bir fırsattır aslında.

Dünyanın bütün ülkelerinden gelmiş mü’minlerin, Allah’ı bir, Peygamberi bir, dini bir, gönülleri bir, duâları bir fakat ne yazık ki diller farklı. Olsun, hepsi din kardeşimizdir. Arapçayı ve en yaygın dil olan İngilizceyi bilenler kendi aralarında anlaşabiliyorlar. Bir de gönül diliyle konuşanlarla gözleri sevgiyle dolu bakışlarla görenler. Temenni ederiz ki, aynı dine imân edenler farklı coğrafyadan, kültürlerden ve milletlerden olsalar da dilleri bir olsun.

Yeri gelmişken gıpta ve takdir ile şunu belirtmeliyim ki, İslâm coğrafyasının en nazik, en uyumlu, yumuşak huylu insanları eski adıyla Java denilen Malezya ve Endonezyalı hacılarıdır. Bu insanlar zaten kültürleri itibariyle öyleler. Daima güleç yüzlü, deyim yerindeyse yerdeki karıncayı incitmeden yürüyen naif yürekli insanlar buralara gelmeden önce altı ay kadar bir eğitim aldıktan sonra hacca geliyorlar. Minyon tipli ve küçük cüsseli bu medeni ve kibar insanlar son derece düzenli, tertipli, her adımda ve her rükünde guruplar halinde hareket ediyorlar. Onları tebrik ediyoruz.

Bir de iri yapılı siyahi hacıları da bahsedelim: Sağolsunlar, onlar da topluluklar halinde tavaf yaparlardı. Gidiş istikametlerinde nehirlerin alıp götüren güçlü akıntıları gibi bir kuvvet oluşturup gelişleri uzaktan bile hissedilirdi. Bazı mukallit arkadaşlar onları görünce “fil ordusu geliyor” diye lâtife ederdi.

Ya hasta ve engelli olanlara ne demeli! Bazı yaşlı ve hastalar yakınlarının refakatiyle tekerlekli sandalyelerle ibadet mahalline getirilip götürülüyor. Fakat bir de gözleri yaşartan türden bedeni özürlü olan uzvi engelliler var ki bilmem nasıl anlatılsın! Belden aşağısı olmayanından, bir ayağı olmayanına, topallayanından, yürüme kabiliyetini yitirmiş ve kay kay türü tahtalara bilye monte edilerek ibadetini ifa etmeye çalışanlara kadar türlü türlüsü. Uzak Asya’dan olduğu izlenimi veren birini hayretler içinde görmüştüm; bir ayağı diğer ayağının diz hizasında, dengeli bir şekilde yürüyemiyor, bazen de ellerinden destek alarak yürümeye çalışıyor. Belli ki bu haliyle o izdihamın içinde çok yoruluyor. Yanına gittim, 40’lı yaşlarda ve herhalde Filipinliydi. Ellerini tuttum, alnıyla beraber defalarca öptüm. Gâlibâ hac sevabının çoğunu bunlar alacak. Şu halleriyle binlerce kilometre ötelerden ve kimbilir ne meşakkatler çekerek gelmiş, aşkla ve şevkle vecibelerini aksatmadan yapıyorlar. Helâl u hoş olsun, haklarıdır.

Tecrübeli rehberimiz yakıcı güneşin en bunaltıcı olduğu ve gündüzleri ısının neredeyse 55-60 derecelere ulaştığı o sıcak günlerde ibâdetimizi daha kolay ve sorunsuz bir şekilde edâ etmemiz için her gün kafilemizi gece yarısına yakın vakitte tavafa götürüyordu. Gece yarısı ile sabah namazı arasındaki o birkaç saat hava sıcaklığı 38-40 derecelere düşerdi. Buna rağmen tavafı bitirdiğimizde, kıyafetlerimiz terden sırılsıklam olur, sıkılsa suyu çıkacak hale gelirdi. Varsın, olsun. Zor da olsa, beraberce ve keyifle yapılan ibâdet bittikten sonra kalan lezzete değerdi.

Biraz da rehberimizden bahsedeyim: Başlarında bulunduğu hacı adaylarının her birinin ibâdetinin sıhhatinden kendisini sorumlu sayan son derece bilgili, sabırlı, tahammüllü, müşfik ve mütevâzi bir insan ve mükemmel bir rehber. Rahman’ın misafirleri olarak mukaddes beldelere getirdiği hacılara kusursuz bir mihmandarlık yapıyor. Bir bakmışız yolda bulduğu kanadı kırılmış bir güvercini tedâvi edip yaralarını tedavi ederek günlerce bakıp besler. Her bir namaz vaktinde kafilesini birer birer kontrol eder, geleni-gelmeyeni arayıp bulur. Hastasıyla, yaşlısıyla, genciyle, güçlüsüyle, zayıfıyla, kadınıyla, erkeğiyle her bir hacı adayının en küçük sorunuyla bile ayrı ayrı ilgilenir. İbâdetini ihmal eden, eksik bırakan veya kaytaranı yakalar. Bütün yorgunluğuna rağmen istisnasız olarak her gece kafilenin her bir ferdini teheccüd namazına uyandırırdı. Yorulmak nedir bilmezdi mübarek. Üşenmek mi? Galiba bu söz onun hayatında yoktu…

Altmış yıla varan ömrüm boyunca, sırrına bir türlü vakıf olamadığım, öylesine bir tutkuyla, aşk ve heyecanla, akıl ve mantık ötesi bir hal ve duyguyla vazifesini icra eden kimseye rastlamış değilim. Sonraları bir sohbetimizde kendisine lâtifeyle “Hocam, senin görevine bu tutkulu halin, işinin divânesi olmaktır” diye söylemiş ve gülüşmüştük. Zâten, rehberimiz hiç erinmeden, gönülden ve şevkle yaptığı o hizmetleriyle kendisi de tarif edilmez bir mutluluk yaşamaktaydı. “Ben Allah’ın evine ve Fahr-i Kâinat Efendimize (sav) ziyarete gelmiş olanlara hizmet ediyorum, bundan daha büyük saadet ve şeref var mı?” diyordu. Mekkelilerin öteden beri yapmakla iftihar ettikleri hacılara su, yemek ve sâir hizmetleri olan “sikâye”, “rifâde” ve “hicâbe” görevlerini ifâ ediyordu sanki...

Mekke’de bir hayli zaman kalacağız, Harem-i Şerif’ten başlayarak etrafı tanımaya çalışıyoruz. Peygamber Efendimizin mi’râca yükseldiği yer ve evvelinde kalbinin yıkanıp arındırıldığı mekân: Ka’be’nin etrafını çevreleyen ecdâd yadigârı revâkları taşıyan sütunların biri hariç hepsi gri renklidir, o mekânda sadece bir sütun pembemsi renktedir.

Hazret Cibril (as)’in vakitlerini bildirmek üzere Efendimize imâmet yaparak namaz kıldırdığı makam: Kâ’be’nin kapısı Mültezem’in biraz gerisinde, şimdi bile imamların namaz kıldırdıkları yer.

Hacer-ül Esved ile Zemzem kuyusu arasındaki alanda Hz.Nuh, Hz.Şuayb, Hz.Salih ve Hz.Lut (as)’ın kabirlerinin olduğuna dair kuvvetli rivayetler vardır.

Kâ’be’nin avlusunda Makâm-ı İbrahim ve Hicr-i İsmail ile yerini bilenler için Zemzem Kuyusu. Hac dönemlerinde çok fazla yığılma olduğu için yıllar önce kuyunun üzeri kapatılmış, fakat vaktiyle açıktı, 1984 yılındaki ilk haccımızda Zemzem kuyusuna inmiştim. O Zemzem ki cennetteki Kevser ırmağından bir gözenin Zemzem kuyusuna aktığına dair rivayet var. Mutlaka öyle olmalı ki, asırlardır bitip tükenmemesinin, içimine doyulmamasının, hangi suya katılsa mayalayıp o suyu kendisine benzemesinin sırrı bu olsa gerek. Bu mekânlar tavaf alanından...

Kâ’be’nin dışında olup yakın çevresinde ise Peygamber Efendimizin doğduğu ev,

Risâletini insanlara ilk defa tebliğ ettiği Ebu Kubeys Tepesi,

İlk müslümanların bir araya geldikleri sahabeden Hazreti Erkam’ın evi (Bugün o ev yok, yeri Ka’be’nin giriş kapılarından biridir),


Cahiliye dönemlerinde kız çocuklarının diri diri gömüldükleri mezarlık,

Cin taifesinden bir topluluğun Peygamberimize iman ve biat ettikleri mekân (Mescid-i Cin),

Mekke’nin fethi sırasında Efendimizin şehre girdiği yer.

Hazreti Süleyman’ın cinleri hapsettiği (zindanın olduğu) bölge. Burası binlerce yıldan beri hâlen aynı isimle anılıyor: “Mahbes’ul Cinn”.

Nur Dağı (Cebel-i Nur): Hazreti Peygamberin bi’sete yakın zamanlarda kalabalıktan sıkılıp sık sık inzivaya çekildiği ve ilk vahyin nuruyla aydınlanan Hirâ mağarasını bağrında saklayan ve Mekke’nin kuzeyinde Mina’ya giden yolun yakınındaki kutlu dağ.

Sebir Dağı: Resul-i Ekrem Efendimiz Mekke’den hicret ettiği ve müşriklerin de kendilerini takibe çıktıkları vakit, ilkin Sebîr Dağı’na çıktı. Dağın ona “Ya Resulallah, benden ininiz! Benim üstümde ikin sizi vururlarsa, Allah’ın bana azap vereceğinden korkarım” demesi üzerine Hira dağı “Bana gel!” diyerek Efendimizi kendisine davet etti. Bu sırdan sebebiyle, kalb ehli, Sebir'de “korku”, Hira'da ise “güven” hissedilir der. Ayrıca bâzı kaynaklarda, Hz. İbrahim (a.s.) İsmail’i kurban edeceği sırada, Cenâb-ı Allah’ın melek vasıtasıyla bir koç gönderdiği, Hz. İbrahim’in bu koçu Sebîr Dağının yakınındaki bir ağaca bağlı bir vaziyette bulup onu İsmail’e bedel Mina'da kurban ettiği belirtilir.

Sevr Dağı: Hz.Peygamberin Medine’ye hicreti sırasında müşriklerini şaşırtmak için kuzeye değil de Mekke’nin güneyindeki Sevr Dağının mağarasında Hz.Ebubekir (ra) ile birlikte birkaç gün saklandığı, girişinde örümceğin ağ kurup güvercinin yuva yaptığı ve “Lâ tahzen, innallahe ma’ane” (üzülme, Allah bizimledir) müjdesinin geldiği mübarek mekân.

Tevrat’ı ve Zebur’u ihtiva eden Eski Ahid’te, Hz.İsmail ile annesi Hacer’in yaşadıkları yerin veya etrafındaki dağlar Paran adıyla zikredilir. İbraniceden İslam kaynaklarına “Faran” diye geçen bu yer son peygamberin yakınından çıkacağı müjdelenen yerdir.

Her yeri, her köşesi ve bucağı vahyin feyiz ve bereketiyle nurlanmış daha nice mübarek yerler...

İlk olarak 84 senesinde henüz yağız bir delikanlı iken geldiğim Mekke, Kâ’be hariç her şeyiyle, her yanıyla ve her yeriyle değişmiş. O zamandan hatırımda kaldığına göre, Harem-i Şerif’in yakınlarındaki beton sertliğindeki dağlar, kayalık ve tepeler dâhil pek çok yer, alan açılıp yüksek binalar dikilmek için dümdüz edilmiş.

Osmanlı döneminde, Beytullah’a hürmeten, Mekke’de hiçbir bina Kâ’be duvarından daha yüksek yapılmamış. Ne yazık ki, tarih şuuru, kültür ve medeniyet mirasına saygılı olmayan söyleyecek Suud Hükümetleri 20-25 sene önce Osmanlı eseri Ecyad Kalesi’ni yerle bir etmiş, güya Harem-i Şerif’i genişletmek için ecdâdımızın inşa ettiği Ka’be etrafındaki o zarif revâkları da yıkacakları sırada zamanın hükümet yetkililerinin devreye girmesiyle son anda kurtarılabilmişti. Bugün etrafında, Kâ’be’nin heybetini gölgeleyen heyulalar, devâsa oteller, ucube yapılar, debdebeli ve ihtişamlı saraylar, görenlerin içini acıtıyor.

Yazının başında bahsetmiştim; tarih okumalarımıza ilâveten buraya gelmeden Peygamberler ve Halifeler Tarihi kitabını okumak ne de iyi olmuş. Her adımda, her gittiğimiz yerde asırlar öncesindeki olayları ve yaşananları hatırlıyoruz. Özellikle de İslâm dinini yaşadığımız çağlara kadar taşıyan, başta sahabenin, tabiinin ve onların ardından gelenlerin bu uğurda ne eziyetler çekip hangi zorluklara katlandıklarını anlamak, bir nebze de olsa hissedebilmek bakımından çok çok faydalı oldu. Bâzen hayâlen o günlere gidip sanki biz de o zamanı yaşıyor gibi oluyoruz.

Rehberimiz ve hac arkadaşlarımızın çoğunun Urfalı olduğunu yazmıştım. Urfalının olduğu yerde çiğköfte olmaz mı? Her birkaç günde bir mutlaka çiğköfte yoğruluyordu. Rehberimiz bazı Arap dostlarını bile çiğköfte yemeye alıştırmıştı. Gurubumuzdaki Urfalı arkadaşlardan birinin bulgur, isot, salça vs. çiğköftelik malzemelerinin içinde bulunduğu valizi havaalanında kaybolmuş, bütün aramalarına rağmen bir türlü bulunamamıştı. Adamcağız sürüsünü kaybetmiş yörük ağası gibi günlerce moral bozukluğuyla kendine gelememişti. Bereket versin, kafiledeki diğer arkadaş ve yakınları telâfi ettiler de biraz sakinleşti. Ayrıca, bir de baklava ustamız vardı ki gelişimizden 15-20 gün sonra bile beraberinde getirdiği ve kendi imalâtı olan ikrâm ettiği baklava hâlen gevrekti ve çıtır kıvamındaydı.

(Devam edecek)

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.