Hayasız akınlar bitmiyor; şimdi de Ali Akın

Mehmet Asıf IŞIK

Uzun yıllara dayanan, omuz omuza verdiğimiz hizmet beraberliğiyle ebedî dost ve kardeş olduğumuz muhterem bir ağabey tarafından bağlantı linki gönderilen bir videoyu izleyip kanaatimiz sorulunca bu ricayı emir telakki ettik ve ibretle seyrettik.

İbretle diyorum; çünkü internetten yaptığımız araştırmada vaktiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’na “danışmanlık” yaptığı bilgisiyle karşılaştığım ve kendisine “Bilge” sıfatı vermiş olan Ali Akın isimli şahıs, “Nurculuk Nedir?” diye sorulan soruya, Said Nursi’nin tevellüd tarihinden ve hayatından bazı kesitleri anlatmaya başladığı 36 dakikalık bir konuşmasına bunca hezeyanı nasıl sığdırabildi? Bir ilim erbabı, hele bir din adamı delilsiz, dayanaksız ve belgesiz olarak nasıl da pervasızca asılsız isnatlarda bulunabildi? Ömrü kemâl yaşın da ötesini geçmiş birinin herkes tarafından bilinen gerçekleri çarpıtıp içine yalanlar ve iftiralar katarak youtube kanalı üzerinden yayınladığına hayretle ve esefle şahit oldum.

Adı geçen şahsı seneler önce bir tv programında seyretmiş, bir başka zaman da bir yolculuk sırasında, medya hocalarından birinin bir radyo programında rast gelmiş, dinlemiştim. Doğrusu, beyan tarzı ve üslûbu çok itici gelmişti. Siz de tahmin etmişsinizdir, bu kişi şu çok bilmiş âhir zaman allâmeleri ile aynı kafada, aynı safta ve aynı cenahtadır ve onlarla aynı telden çalıyor.

Bu şahıs, yıllardır Bediüzzaman Said Nursî’ye ve Risale-i Nûr’a karşı ciddi bir karın ağrısı yaşıyor ve hazımsızlığı var. Bu rahatsızlığı Bediüzzaman'ın dehâsını ve özgünlüğünü görmeye mâni olup onu Risalelerdeki hakikatlere karşı kör ediyor. Bu sebeple Said Nursî’yi küçümseyip hafife alıyor. Gerek Üstad’la ve gerekse Nurlarla ilgili olarak diline doladığı hususlarda asgari seviyede bile mâlûmatı da olmadığı için hem bilgi noksanlığından hem de hazımsızlığından olacak ki şundan bundan duyduklarını ciddiye alıp anlatıyor.

Meyveli ağacın taşlandığı herkesin mâlûmudur. Said Nursî’ye ne şimdiye kadar atılanlar, ne de en son bu “bilge”(!) şahsın attığı taşlar küçümsediği o yüksek şahsiyete de mübarek hizmetine de isabet etmeyecektir. Hezeyan ve mesnetsiz beyanlarına cevap için belgelerle ve uzun yazmak gerekir. Fakat burada özetleyeceğiz:

resim2.jpg

İddia: Said Nursî’nin talebelik hayatında medresede İzhar’a kadar ders aldığını, bu dersi alanlara talebe bile değil, “softa” denildiğini, medrese eğitiminin ilk aşaması olan “mübtedi” sayıldığını, doğru dürüst bir eğitim almadığını, okur fakat yazmayı bilmediğini …

Cevap: Bediüzzaman Said Nursî, çok düzenli bir medrese eğitimi almadı. Fakat medreselerde okutulan ilimlerin tahsili çok uzun yıllar sürdüğü için, şerh ve izahları atlayarak kuvvetli ve fotoğrafik hafızasıyla çok genç yaşta yüzlerce kitabın özünü ve esasını hıfzetmiştir. Nitekim, çocukluktan henüz çıktığı yaşta zorlu ve sıkı hocalar tarafından imtihan edildikten sonra aldığı icazet ile “nâdirâttandır” dedikleri hafızasına ve zekâvetine dâir takdirkâr ve tahsinkâr ifadelerle zamanın ulemâsı tarafından kendisine verilen Bediüzzaman lakabı bunun ispatıdır. Said Nursî, yazısının güzel olmayışı sebebiyle kendisinin “yarı ümmi” olduğunu söyler. Ancak bu durum onun âlimlik sıfatına zarar vermez.

İddia: Yerinde duramayan ve çok hareketli olan Said Nursî’nin zaptiyeler nezaretinde kendi memleketine getirildiğini, Bitlis Valisinin çok cevval ve iddialı olan Said’i konağına aldığını, iki sene yanında kaldığını ve ona pek çok şeyler öğrettiğini, ardından Van Valisinin Nursî’yi kendisine göndermesini istediğini, onu bazı ilimlerle yetiştirdikten sonra, Şarktaki medreselerin dini ilimlerin yanısıra müsbet ilimlerin de öğretileceği yeni medreseler açılmasının gerektiğini anlatması için Sultan Abdulhamid’e gönderdiğini …

Cevap: Ali Akın Bediüzzaman’la yakından ilgilenen iki üç validen bahsetti ki kendisi bu valilerin “müktesebat” sahibi, yani ilim erbabı olduklarını da söylüyor. Bu valiler Said Nursî’yi yıllarca konaklarında, maiyetlerinde bulundurmuş, ilmî çalışmaları için destekleyip ona yardımcı olmuş ve kütüphanelerini tahsis etmişler. İlimden cidden nasiplenmiş ve paşalık rütbesindeki bu devlet ricali, üstün özellikleri olmayan, ilim, emanet ve ehliyet sahibi görmedikleri, kâbil-i hitap saymadıkları kişileri muhatap alır mıydı? Öylesini yanlarında bulundurur mu? Konaklarına alır ve âile efradı ile bir araya getirir miydi? Bu valiler liyâkat sahibi olmayan birini Sultan II. Abdulhamid’e gönderir miydi? Ali Akın bu iddiasında kendi beyanıyla çelişkiye düşüyor.

İddia: Nursi’nin İstanbul’a gelip burada İttihatçılarla acaip işler yaptığını, Fatih Camisinde ittihatçılar lehine vaazlar verip konuşmalar yaptığını …

Cevap: Ali Akın Bediüzzaman'ın İttihat ve Terakki Cemiyetine girmesinin ve kuruluş amacı dışına çıkmasıyla ayrılmasının sebebini anlatmıyor ve olayı çarpıtıyor. Belli ki o konuda mâlûmatı yoktur. Bediüzzaman ilk başlarda hürriyeti, meşrutiyeti, adem-i merkeziyeti, adaleti savundukları ve ayrıca istibdat yönetimine karşı oldukları için bu esaslarda İttihatçılarla beraberdir. Bu gayesinin fikri temellerini Kur’an ve hadislere dayandırır. Ancak, İttihatçıların gücü elde edince bu amaçlarından saptıklarını ve önceleri karşı oldukları baskıcılığa meylettiklerini görünce onlarla yolunu ayırır. Sebebini ise, "Ben onları değil, onlar beni terk etti, yani onlar, başlangıçta hemfikir olduğumuz prensipleri terk ettiler." sözleriyle açıklar. Bu konu hakkındaki görüşleri gazete yazılarında, Eski Said Dönemi Eserlerinde, Münazarat ve Divan-ı Harb-î Örfî gibi kitaplarındadır.

İddia: Emin Saraç ve arkadaşlarından nakil ile, Diyanet İşleri Başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen’e Said Nursi hakkındaki kanaati sorulduğunda “Bana o adamı sormayın” diye öfkeyle cevap verdiğini, sebebi sorulunca da “Nursi’nin Fatih Camisindeki vaazlarının birinde İttihatçıları ölçüsüz biçimde övüp Allah, Muhammed ve hulefa-i raşidinin isimlerinin yazılı olduğu levhaların camilerden kaldırılıp yerlerine İttihatçı liderlerin isimlerinin yazılmasının “seza” olduğunu söylediğini …

Cevap: Bütün hayatı boyunca bid'alara karşı mücadele eden bir kimseyi Fatih Camii gibi bir selâtin camisinde, üstelik bir kısmı da mason olan kişilerin isimlerinin yazıldığı levhaların asılmasını seza görmek, yalan ve iftiranın ötesinde bir utanmazlık, bir alçaklıktır. Ömer Nasuhi Bilmen'in Said Nursî aleyhine yazılı olarak veya emin bir insanın aktardığı beyanı, güvenilir hiçbir kaynakta yoktur. Bilâkis, Said Nursî, Diyanet İşleri Reisliği sırasında “eski medrese” arkadaşı olan Bilmen'den iman-ı tahkik dersleri veren Risalelere sahip çıkılmasını istiyor.

Ayrıca, o keyfi ve hukuksuz idareler zamanında bile, ne Bilmen döneminde ne de sonrasında, yıllar yılı Risale-i Nûr ve talebeleri aleyhine açılan ceza davalarında, baskılara rağmen mahkemelere bilirkişilik yapan Diyanet görevlilerinin hiçbirinin Nurlar hakkında menfî beyanları olmamıştır. Aksine, pek çok defa medih ve senâ edilerek dava konusu eserlerin çok faydalı imânî, İslâmî ve ahlâkî oldukları defalarca rapor edilmiştir.

Bilmen’in talebelerinden eğitimci ve yazar Vehbi Vakkasoğlu, hocasıyla Said Nursî hakkındaki şu bilgiyi aktarıyor: "Hocamız Ömer Nasuhi Bilmen, Bediüzzaman'ın eserleri olan Risale-i Nûr aleyhindeki bir rapora imza atmamak için Diyanet İşleri Başkanlığından istifa etmiş." Allah'tan korkun Ali Akın! Aleyhinde bir rapor vermemek için Diyanet Riyaseti makamından istifa etmek nerede, Nursî hakkında sorulan bir soruya kızarak, bağırıp çağırarak karşılık vermek nerede!..

Bununla ilgili birkaç nakil daha yapalım: Erzurum’un hatırı sayılır ulemasından Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Ömer Nasuhi Bilmen'e Bediüzzaman'ı sorduğunda şu cevabı almıştı: “Bediüzzaman ile Dâr’ül Hikmet-ül İslâmiye’de iken tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemâsının takdirlerini kazanmıştı. Ben bizzat birkaç kez sohbetinde bulundum. O dönemde yazdığı bütün makalelerini okudum. Fikirlerinde fevkalâde bir tesir vardı. Telif ettiği eserlerden yalnızca Sözler isimli eserini mütalâa ettim, harikulâde bir eserdi. Doğrusu, ilm-i kelâmda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemâl-i vuzuhla ortaya koydu. Cenāb-ı Hak bu millet-i İslâmiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehitler, mücedditler ve mürşitler göndermiştir. Bediüzzaman da o zatlardan birisidir. O, cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hükümferma olduğu bu devirde gönderilmiştir."

Bir nakil de Salih Okur'dan: Merhûm Ömer Nasuhi Bilmen, “Bediüzzaman'ın eserlerinde neden bu kadar kuvvetli bir tesir olduğunu” soran öğrencilerine şu cevabı vermiştir: "Evlâdım, biz müellifiz. Bir mevzuu araştırır, o husustaki bilgileri toplar, bir nizam içinde düzenler ve yazarız. Fakat Bediüzzaman böyle değildir. O, ilhama mazhardır. Onun kulağına yukarıdan fısıldayan var. Biz ise, kendi emeğimizin mahsûlünü derleyip toplayıp yazıyoruz. Bu sebeple, bizimki böyle olur, onun ki de öyle olur."

İddia: … bunun üzerine akıl hastanesine sevk edilir. Fakat Enver Paşa ve diğer İttihatçılar deli raporu verdirerek onu idamdan kurtarıyor.

Cevap: Ey utanmaz “bilge”! Bediüzzaman’ın ne Toptaşı Akıl Hastanesine sevk edilmesi ne de “Said’te delilik emaresi varsa yeryüzünde akıllı insan yoktur.” denilerek taburcu edilmesinin Enver Paşa ile de İttihatçılarla da ilgisi yoktur. Said Nursî, Şark vilayetlerinin sorunlarını ve medreselerdeki eğitimin ıslah edilmesi yönündeki kanaatlerini bildirmek için Sultan II. Abdulhamid’le görüşmek isteyince, sarayın aradaki kokuşmuş bürokratik zihniyeti tarafından mani olunup görüştürülmedi. Susup sorun çıkarmasın diye Padişah nâmına kendisine verilmek istenen “ihsan-ı şâhâne”yi red eder ve “Ben maaş dilencisi değilim, maksadımı tehir ve maaşı tâcil etmek ne hikmete mebnidir?” deyip bazı paşalarla da tartışınca, “Padişahın ihsanını red etmek ancak akıl hastalarının yapabileceği” zannıyla tımarhaneye gönderilir. Orada tutuluduğu sürede pekçok görüşme, sohbet ve takipten sonra Eğer Bediüzzaman da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” diye rapor verilerek çıkartılır.

İddia: Said Nursî’nin Rusya'dan kaçışını komünist ihtilâli neticesinde "esirlerin serbest bırakılması" … yol donmuş nehirden geçiş sırasında batmayışları keramet diye sağda solda konuşulup yayıldığı ve yutturulduğu …

Cevap: Tarihi bilgilerde böyle bir hadise kayıtlı değildir. Bediüzzaman'ın esir kampından kurtulması hakkında bugüne kadar serbest bırakıldıkları diye bir beyan olmamıştır. Ayrıca, Said Nursî hayatı boyunca keşf u keramet peşinde koşmamış, öyle fevkalâde hallere ehemmiyet vermemiş, ihlâsa zarar gelmesin diye dillendirmemiş, talebelerine de o dersi vermiş; mâruz kaldığı zaman da o halleri ikram-ı İlâhî veya inayet-i İlâhî kabilinden saymıştır.

İddia: Rusya’ya komünizmin hakim olması üzerine o fikirlere karşılık vermek ve İslâm’ın yegâne hak din olduğunu açıklamak üzere, Enver Paşa Meşihat Makamına bağlı olarak eski şeyh’ul İslâm, vali, müftü gibi müktesebat sahibi ulemadan müteşekkil Dâr’ul Hikmet’ul İslâm’ı kurdurdu. Enver Paşa ısrarla bu heyete Said Nursî’yi de aldırdı.

Cevap: Bediüzzaman pek çok ilim dalındaki rüsuhunu adı geçen heyete dahil edilmeden önce Muhakemat, Hutbe-i Şamiye, Münazarat, İşarat’ul İcaz eserlerinde, irili ufaklı pek çok risalelerde ve ayrıca çeşitli gazetelerde yayınlanan makalelerinde gayet ağır ilmi meseleleri vukufiyetle vuzuha kavuşturduğundan ulema nezdinde haklı bir saygınlık kazanmıştı. Enver Paşa konumundaki biri ilmi şahsiyeti olmayan sıradan birine muhatap olur muydu? Liyâkatsiz birini çok önemli dini meselelerin müzakere edilip çözüme kavuşturulacağı “Dâr’ul Hikmet’ül İslâm” gibi bir ilmî heyete dahil etmeye niye çalışsın. Ayrıca, Said Nursî’nin yetkinliği olmasaydı, Ali Akın’ın da müktesebat sahibi diye sitayişle bahsettiği o heyet üyeleri, “ilmen kifâyetsiz birinin aramızda ne işi var” diye itiraz etmezler miydi? Bediüzzaman o üst düzey ilmî heyete hadis alimi sıfatıyla dahil olmuştur. O heyet içindeki pek çok ulemânın, Üstad'ın ilmi şahsiyeti hakkındaki iltifatları ve senakâr beyanları “Bilge” Ali Akın'ı yalanlıyor. Meselâ, İlmî liyâkati olmasaydı Said Nursî Sultan Reşâd'ın Balkan seyahatinde misafiri olabilir ve bir padişahla beraber yolculuk edebilir miydi? Üstelik te padişah tarafından kendisine "mahrec" ünvanı verilir miydi? Daha da önemlisi Van’da kurmayı planladığı ve Medreset’üz Zehra ismini verdiği üniversite projesini padişaha kabul ettirip bunun için Van Valiliği üzerinden tahsisat ayrılır mıydı?

İddia: Said Nursi, Dar’ul Hikmet’ul İslâm’da görev yaptığı sırada o heyetin çalışmalarının yayınlandığı “Ceride-i İlmiye” adlı dergiyi toplayıp oradaki yazıları toplamış. İşte Risale-i Nur o dergilerden aşırılarak meydana gelmiştir. … Tantavi’den ve bir çok kişiden alıntılar yapmış …

Cevap: “Bilge”, tenkit ettiği kişiyi tanıyamamış. İstanbul İşgal altında iken Anglikan Kilisesinin İslâm dinine dâir küstahça ve küçümser ifadelerle Meşihat Makamına sorduğu sualleri, ancak o cevaplayabilir diye o vazife Bediüzzaman Said Nursî’ye tevdi edilmiştir.

Bediüzzaman, eserlerindeki muhtevaya dair, 1950’li yıllarda gazeteci Eşref Edip'e verdiği beyanatta "Risale-i Nûr'da bahsedilen hakikatlerin daha önce selef-i sâlihin tarafından binlerce defa yazıldığını ifade eder ve bu konuşması da "Konuşan Yalnız Hakikattir" başlığıyla Tarihçe-i Hayatı‘nda kayıtlıdır. Ancak, geçmiş dönemlerde yazılmış eserlerin o zamanın anlayışına hitap ettiklerini, Risale-i Nûr'un ise bu zamanın diliyle ve anlayış seviyesine hitap ettiğini, bundan dolayı da asrın mânevî hastalıklarını tedavi edici özellikte olduğunu" da ifade etmiştir. Nur Risalelerinde tasavvuftan hikmete, kelâmdan fıkha, tefsirden hadise, edebiyattan tarihe, hendeseden felsefeye kadar pek çok ilim dalının meseleleri yeterince ve karar miktarda vardır.

Bugüne kadar bu ilim sahalarında verilen eserlerde, içeriden ve dışarıdan gelen fikirlerdeki ifrat ve tefritler tâdil ve tashih edilerek Kur’an ve sünnetin mihverinde doğru mecraya konularak açıklanmıştır. Aşinâ olanlar Nur Risalelerinde bu ilimlerin tadını ve kokusunu alır. Fakat Risale-i Nur müstakildir, öncekilerin hiçbiri değildir; belki hepsinin özü ve kaymağıdır. Meselâ, Kur'ân-ı Hakim'in haber verdiği peygamber mucizelerinin aklî izahları ile pek çok ilmî meseleler, istikbâlde olabilecek gelişmeler ve yenilikler Sözler isimli eserin 20.Sözündeki "Mu'cizât-ı Enbiya" bahsinde ayrıntılı biçimde anlatılmıştır.

İddia: Said Nursi’nin ilme düşmanlığı vardır ve ilmi hafife alıyor. Nur Meyveleri’nin 66 ve 67 nci sayfalarında Risale-i Nûr'un bir sene ciddiyetle okunması halinde mühim ve hakikatli bir alimi olabileceği, medreselerde 15 senede öğrenilecek ilimden daha fazlasının bu sürede elde edilebileceği … Risale-i Nur’u değil bir sene hayatı boyunca okuyanlar ne öğreniyor? …

Cevap: Risale-i Nûr'un bir sene ciddiyetle okunması halinde, medreselerde 15 senede öğrenilecek ilmin öğrenilmesi şaşılacak bir şey değildir. İşte her şey ortada. Onlarca sene medreselerden çıkmayanlar bugünün meselelerine cevap ta veremiyor, çözüm de bulamıyor. Çünkü bu on beş senenin mühim bir kısmında alet ilimleri denilen Arapça bilgisi, sarf ve nahiv kaideleri, akaid, belâğat, mantık, hendese gibi dersler tahsil edilir, yıllarca süren bu eğitimden sonra dinin esas meseleleri öğrenilebilirdi.

Yaşadığımız sürat asrı uzun seneler sürecek bir dinî eğitim sürecine imkân vermiyor. Çağımızda artık merkeplerle ve develerle değil, hızlı trenlerle, süratle seyreden vasıtalarla ve konforlu uçaklarla yolculuk yapılıyor. Allah'ın lütfu ve inayetiyle deha sahibi bir alim ve ilmiyle âmil sâlih bir kalbe ilham edilen ilim ile tevhid, haşir, nübüvvet, ubudiyyet, kâinattaki hikmetli işleyiş, insanın mahiyeti, yaratılış gâyesi ve vazifesi olan İbadet, şahsi, sosyal ve siyasî alanlarda adalet, modern zamanlarda imanı muhafaza etmenin yolları vs. çok mühim meseleler, yıllar feda edilmeden Risale-i Nûr dersleriyle bir sene gibi kısa bir zamanda ileri seviyede öğrenilip anlaşılabilir hale geliniyorsa buna şaşırmak yerine Allah'a şükredilir. Üstelik bu eğitim usûlünün yaygınlaştırılmasına çalışılır. Asıl okuyup da anlamayan var ise buna şaşılır.

Neredeyse bir asırdan beri, Ülkemizde de pek çok memlekette de, dinî eğitimden mahrum bırakılarak şüphe ve tereddütlerle yetişen milyonlar, ilgili konuları birkaç hafta okuyup yahut dinleyip gâyet tabii olarak imanlarını kurtarmıştır. Böylesi sayısız ihtida hikâyelerinin yüzbinlerce şahidi vardır. Bu durum bugün için de geçerlidir. Bu eserleri okuyanlar asrın fikrî ve mânevî tehlikeleri karşısında imanını muhafaza ediyor, imanı olanlar ise kuvvetlendiriyor. Bunda şaşılacak ne var? Böyle bir hizmetin daha iyisini kim yapabiliyorsa buyursun, ortaya çıksın yazsın ve anlatsın. Meydan herkese açıktır. Bu duruma haset edip küçümsemek te ne oluyor?!

İddia: Said Nursî, Nur Meyveleri 68. sayfada bu eserleri ben yazmıyorum, bana yazdırılıyor, diyor. Bu iddia vahiy iddiası, peygamberlik iddiasıdır. Yani bana vahyediliyor demek istiyor.

Bediüzzaman 6.000 sayfalık külliyâtının hiçbir satırında, hiçbir kelimesinde vahiy aldığını beyan etmemiştir. Said Nursî, Sözler isimli Kitabının 25. Söz olan bölümünde Kur’an-ı Hakim’in kırk vecihle beyanının harikalığını, olağanüstü özellikleriyle beşer kelâmı olamayacağını ve Cenab-ı Allah’ın peygamberlere verdiği en büyük delil ve mucize olduğunu ispat etmişken Risale-i Nur için nasıl vahiy diyebilir? Said Nursî’nin kendi ifadesiyle, Risale-i Nûr asla vahiy değildir ve olamaz. Ancak “Feyiz ve ilham yoluyla kalbe gönderilen mânâlardır.” ve zaten bunun Kur'an'da bir çok âyette de mana karşılığı vardır: “Biz kullarımızdan seçtiklerimizin kalbine ilim veririz.” veya "Biz Kur'an'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz." vs. benzeri kudsî beyanlar buna delildir. Ayetlerin mânâları kalbini Kur'an'a açan herkesin derecesine ve ilmî kâmetine göre ilham edilebilir. Vahiy ile ilham arasındaki farkı bilmeyen ve anlamayan nasıl bir “bilge”dir? Hayret!..

İddia: Kur’an’da “Muhammed” ismi dört ayette geçiyor, o Muhammed benim” diyor. Muhammed isminin geçtiği bazı ayetlerdeki Muhammed benim yani o Said’tir veya Said El Kurdi’dir. Ey Muzzemmil ile hitap edilen Said El Kurdi’dir. Bu büyük bir cehalettir. Küfür sayılan iddialarda bulunuyor. Yegâne hak din Risale-i Nur’dur. Diyanet de siyasilerin baskısıyla Risale-i Nur’u basıyor. Said Nursi Muhammed benim, Kur’an’da Risale-i Nur’dur, diyor...

Cevap: Said Nursî 13 kitap ve 138 parçadan müteşekkil Risale-i Nûr'un hiçbir bahsinde kendisini Hazreti Muhammed'in yerine koymamıştır. Böyle bir şey küfürdür. Nur Risalelerinde Hazreti Peygamberin nübüvvetinin hakikati hiçbir eserde olmadığı kadar kesin, açık, net, berrak, veciz ve parlak bir beyan ile ispat edilmiştir. Sözler isimli eserin 19.Sözü Peygamber Efendimizin risaletinin hakikatini, Lem’âlar isimli eserin 13.Lem'âsı Sünnet-i Seniyeye uymanın lüzum ve önemini, Mektûbat isimli eserin 19.Mektubu peygamberliğinin delilleri olan mucizelerini ve peygamberliğiyle ilgili pek çok bahisler çeşitli risalelerde harika bir dille anlatır. Mahviyet ve tevazu timsali olan Said Nursî kendisinden değil bir peygamber, hatta veli diye de bahsetmemiş. Talebelerine “belki bir üstadlık” veya “bir ders arkadaşlığı” konumunu kabul etmiştir. Talebeleriyle kendi arasındaki münasebeti sahabe kardeşliği temeli üzerinde kurmuştur.

Bütün eserleri ortadadır; Said Nursî’nin hiçbir eserinde, yazısında ve beyanında, kâinatın yaradılış sebebi olarak anlattığı Hazreti Muhammed kelimesi kaldırılsın da yerine Said konulsun gibi bir ifadesi katiyyen yoktur. Bu iddia bir hezeyandır. Bilâkis, bütün hayatını Kur'an ve iman hakikatlerinin hizmetine, Hazreti Muhammed Mustafa'nın hak ve son peygamber olduğuna, onun mukaddes dâvâsının anlaşılmasına, tebliğ ve irşadına ve sünnet-i seniyenin ihyasına adamıştır. Hazreti Peygamber’in mânevî bir talebesi ve dâvâsının hizmetkâr vârisi sıfatıyla gören bir âlimin kendisini Peygamberin yerine koyması bir çelişki değil mi? Hem Hazreti Muhammed’in nübüvvetinin hakikatini ve son peygamber olduğunu ispat edecek hem de kendisini paygamber yerine koyacak! Bu nasıl katmerli yalan ve hadsiz bir iftiradır!!!

Bediüzzaman'ın kendi ifadesiyle, "Risale-i Nûr dava değil, dâvâ içinde bir bürhandır." demiştir. Yani "Risaleler olsa olsa Kur'an'ın bazı âyetlerinin mânâlarının açıklaması, izahı ve tefsiri oluşu itibariyle, -hâşâ- Kur'ân değil, fakat mânâları vahiy olan Kur'an'dandır, bundan ötürü Kur'an'ın malıdır." demiştir.

Said Nursî bazı ayetlerdeki "Nur", "Huden", "Said", "Şaki" gibi bazı tâbirlerin ve ayrıca istikbâlden haber veren bazı hadislerde geçen kelimelerin, cifir hesabıyla Risale-i Nur hizmetinin mühim bazı tarihlerine tevafuk ettiğini ifade eder. Biz söyleyelim, Şualar isimli eserinin 1.Şua bölümünde 33 âyetin, Kur'an hizmeti olan Risale-i Nûr'a işaret ettiği belirtilir. "Yaş ve kuru ne varsa Kur'an'dadır" âyetine iman etmiyor muyuz? Bütün çağlara ve zamanlara hitap eden Kur’an asr-ı saadete hitap ettiği gibi, geçen asırlara ve bu asra da hitap etmez ve bakmaz mı? Bu asır insanının Kur’an’dan hissesi olmayacak mı? Bediüzzaman, izahını yaptığı âyetlerin kesin ve mutlak mânâsı budur dememiştir. Zaten eserleri ortadadır; izahlarında “Binlerce mânâsından biri böyledir” ve/ya “Böyle anlaşılabilir”, demektedir. Bazı âyetlerdeki kelime veya tâbirler atıf yapılan olaylara, şahıslara veya meselelere tevafuk ediyorsa ne güzel, bunda niye gariplik olsun ki. Bu gibi yorum ve tesbitler, asırlardan beri pek çok âlimin yaptığı gibi, sayısız mânâ katmanları olan bazı âyetlerden günümüze bakan mânâların istihracıdır. Said Nursî de, tefsir veya tevilini yaptığı hususlarda “illâ öyledir” diye kesin iddiada bulunmamış. Yorumlarında bazen “bir işarettir”, bazen “zayıf” veya “kuvvetli bir emâredir” gibi kayıtlarla ifade etmiştir. Bir kudsî beyanın tefsir, tevil, şerh veya izahına mutlaka inanmak imanın şartı olmadığı gibi inanmamak ta kişinin imanına zarar vermez. Kimse de inanmaya zorlanmıyor, mâkul bulan itibar eder, bulmayan etmez; o kadar.

İddia: Said Nursî’nin ilmi yoktur. Onun davaları slogandan öteye gitmiyor vs. Nur Talebelerinin samimiyetinin necat için yeterli olamayacağını, Kehf Suresi 103. ve 104. âyetlerde bahsedilen “amelleri bakımından zararda olanlar ve dünya hayatında amelleri boşa gitmesine rağmen doğru işler yaptıklarını sanırlar!” durumunda olacaktır.

Cevap: Said Nursî’nin ilmî yetkinliği yukarıda açıklandı. Buna ilâve olarak Nursî, İslâm medeniyetinin hak ve hakikate dair bin küsûr yıllık ilmî hamulesine sahip çıkmıştır. Bütün peygamberlerin ortak davası olan başta tevhid, haşir ve nübüvvet hakikatine, müktesebatta mevcut olan ve ayrıca gelişip çeşitlenen ilimlerle ortaya çıkan yeni bilgileri de yoğurarak yeni bir soluk ve geniş bir bakış açısı getirmiştir. Ve bu konuları değişen şartlara uygun olarak yeni ve etkili bir öğrenme yöntemi, güçlü ve lirik bir beyan tarzıyla açıklamıştır. Günümüze kadar müteşabih bazı âyetler ve mecazla beyan edilen bazı hadislerde hâlen anlaşılamayan veya yanlış telâkki edildiğinden çoğu zaman itirazlara konu olan hususları delillendirmiştir. Ele aldığı konuları aklî ve mantikî usûllerle ispat ederek akıllardaki istifhamları izale etmiş, kalplerdeki şüphe ve tereddütleri gidermiştir. El insaf diyoruz. İslâm tarihinde başka hangi ilmî eser dünya çapında böyle bir rağbet ve kabul görmüş, inkâr ve küfür fikirlerini çürütmüş ve türlü türlü sapkın fikirlere karşı bu kadar etkili olabilmiştir?

Bir meseleyi tenkit edip o hususta ahkâm kesmek için yeterince donanımlı, sahih bilgi sahibi olmak ve ilim namusu taşımak gerekir. Ali Akın'ın yazılı ve sözlü beyanlarından Nur Risalelerini hiç okumadığı, Nursi’nin ilmî hüviyeti hakkında bilgi sahibi olmadığı anlaşılıyor. Bu zatın kulaktan dolma bilgilerle ölçüsüz, ayarsız ve haddini aşan sözlerle, yeryüzünde Kur'an-ı Hakim’den ve hadislerden sonra ilim ve iman ehlinin teveccüh ve takdirine en ziyade mazhar olan Bediüzzaman'a ve Nurlara karşı alaycı ve aşağılayıcı beyanları talihsizliktir. Gerek Said Nursî ve gerek Nur Risaleleri hakkında verdiği örnekler ise ciddiye alınmayı hak etmeyen, başkalarından naklettiği dedikodudan öteye geçmeyen sözlerdir ve hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

“Bilge” Ali Akın’ı, Risalelerde yazılı olduğunu iddia ettiği hususları eser ismi ve sahife numarasıyla açıklayıp ispat etmeye davet ediyoruz. Her bir iddiasını harfi harfine doğrulatıp belgelemedikçe beyanları hakikat nazarında yalan ve iftira, kendisi de kâzip ve müfteridir. Hakikati eğip bükmek ve başka yönlere çekmek ise zulümdür ve yalanın en aşağı derekesidir.

Biz de, yaşı itibariyle Mahkeme-i Kübra’ya çıkma zamanı yakın olan “Bilge”(!) Ali Akın’a bir tavsiyede bulunalım: Öncelikle Muhakemât, İşârât’ul İ’câz ve Mesnevi-i Nuriye isimli eserlerden başlayarak Risale-i Nur’u insafla, anlayarak ve hazmederek iyice bir okuyup ondan sonra konuşsun. Mühim bir âlim olabileceğine kefil oluruz. Mâlûmdur ki, cehalet mertebelere ve gruplara ayrılmıştır. Bir zümresine “cehl-i mu’kâb”, yâni cahilin küpü denilir ki bu grupta olanlar üç boyutlu cahillikle karşı karşıyadır. Bu tâbir bilmemek, bilmediğinin farkında olmamak, ne gariptir ki, sadece kendisinin bildiğini ve başkasının bilmediğini ifade etmek için kullanılır. Buradaki gâfillik derekesi ise cehl-i mürekkeb haline göre bir kat daha fazladır. Bilmeden, fakat çok bildiğini zan ederek pervasızca ortaya hakikat dışı laflar savurmak cehaletini ilân ve izhar değil de nedir?!..

Ali Akın, Nur Talebelerine babaları, kardeşleri ve en yakınları gibi acıyıp şefkat ettiğini, cehaletten ve dalâletten vazgeçmelerini söylüyor. Biz de ona biz Nur Talebelerine acıyıp şefkat edeceğine kendine gelmesini tavsiye ediyoruz. İçinde bulunduğu vaziyetten dolayı kendi haline ve kendi âkîbetine acısın da tövbe ve istiğfar ederek Rabbinden af dilesin. Hukuklarını çiğnediği iman mücahidi Bediüzzaman Said Nursi’den ve takipçileri olan Nur Talebelerinden de özür dileyip helâllik istesin. Ki, Huzûr-u İlâhî’ye sırtında taşıyamayacağı ağır veballerle zalim, yalancı ve müfteri olarak çıkmasın.

Bilge’nin “Said Nursî ve Nurculuk” başlığıyla anlattıkları kendine kalsın. Ne olduğunu biz söyleyelim: Nurculuk, her şeyden önce haddini bilmektir: sırat-ı müstakim’de ve sünnet-i seniye dairesinde ihlâsla, samimiyetle, azim ve sebatla, istikametle, salih amel ve ibadetlerle, insanlara ve mümin kardeşlerine karşı sabır, şefkat ve merhametle, müsbet hareketle ve fedakârca muamele etmektir. Sünnetullah’ı ve âdetullah’ı dikkatli bir nazarla okuyup anlayarak her türlü aşırılıktan uzak olmak ve her hususta adaletli, ölçülü ve dengeli olmaktır. İlimle, hikmetle, zengin tefekkürlerle esmâ-i hüsnanın tecellilerine şahit olup bu ilimlerle imanını ziyadeleştirerek Allah’a samimî bir kul, peygamberine lâyık ümmet olma çabası ve gayretidir. Said Nursî bütün eserlerinde bu dersleri vermiştir. İşte bu hakikat derslerini alan ve hikmetle yaşayanlara da Nurcular denilir.

Ali Akın, videodaki konuşmasında Said Nursi ve Nurcular hakkında daha söyleyecekleri olduğunu ifade etmiş. Söylesin bakalım, diyecekleri yeter ki doğru olsun. Bir de merak etmesin, biz de buradayız; Sözlerindeki doğruyu baş tacı eder, yanlışı ve boş lafları da gözüne sokarız.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (42)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.