“Çok sevdiğim aileme müslüman olduğumu söylediğimde beni evlâtlıktan reddettiler. İki saat içinde telefonuma şöyle bir mesaj geldi: ‘Bugünden itibaren senin gibi bir kızımız yok.’ İki saat içinde böyle birçok mesajlar geldi ve tüm ailemi kaybettim. Kardeşlerim, halalarım, amcalarım ve kuzenlerim... Hepsini kaybettim! Aile evimi kaybettim! Çünkü bir daha geri dönemedim. Geri dönemeyeceğim için de yaşadığım şehri kaybettim. Sanki yerden sökülüp uzak bir yere fırlatılır gibi köklerimi kaybettim. Bu yüzden çok çok zor bir durumdu. Annem olmadan eş ve anne olmam çok zor oldu. Çünkü çocuklarım doğduğunda annem benim yanımda değildi. (Duygulanıp ağlıyor) Bugün bana neden müslüman olduğumu soracak olsalar onlara tek bir cevap verebilirim: ‘Ben Allah’a muhtacım.’ Ben Allah’a muhtacım. Sadece bu kadar!..”
Bu yürek sızlatan sözler emsaline bazen şahit olduğumuz, bazen iletişim vasıtalarından ve/ya sanal medyadan ihtida hikâyelerini dinleyip izlediğimiz mühtedilerden genç bir hanımefendiye ait. Böylesi hikâyeler beni çok etkiler. Olayı, olanları ve mühtedilerin sonradan yaşayacaklarını düşünürüm: Bir şey insanın duygularına tesir etmiş, hakikatin aydınlığının huzmeleri gönle girmiş ya da kalbin derinliklerine nüfuz etmiştir. O şey, zamanla kökleşip güçlenir ya da kalbe sıçrayan kıvılcım tutuşarak zamanla yangına dönüşür. İnsanı iman etmeye yönelten o şey insana öyle bir kuvvet ve cesaret verir ki kişi artık iman ettiği değerler uğruna elindeki, yanındaki, yakınındaki, sahip olduğu her şeyini terk edebilmeyi göze alabilecek hale gelir. İşte yukarıda anlatılan hikâyede de öyle olmuş.
Hangi ülkeden, nereli ve kim olduğunu bilemediğimiz bu hanım kardeşimizin ihtida öyküsünü dinleyip konuşan kişi şunları söylüyor: “Bir kız olduğu halde (gönlüne düşen ateşle) Allah ve cennet uğruna annesini, ailesini ve bütün hayatını bıraktı. Vallahi o konuşurken (sanki) şu âyetin inişine şahit olur gibiydim: Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nur üzere değil midir? (Zümer Suresi, 22)” Ve sözlerini şu hayıflanmayla sürdürüyor: “Bazı müslümanlar dünya zevkleri ve para için Allah’ı ve cennet hedefini terk ediyorlar. Ama onlar (hidayete erenler) Allah’tan başkasını görmüyorlar.” Ne yazık, değil mi? Birileri her şeylerini terk edip Allah’a kul olmak için teslim oluyor. Birileri ise Allah’a kulluğu terk edip dünyaya yönelerek zevke ve sefahate teslim oluyor!..
Büyük bedeller ödeyerek hidayete eren böylesi insanlar bana bazı sahabeleri hatırlatır. Hazreti Peygamber Efendimizin Mekke yıllarında iman edip nice zorluklara, işkencelere, mahrumiyetlere göğüs gererek kimisi canından olan, kimisi imanından vaz geçmediği için gözleri önünde eşi, çoluk çocuğu katledilen, kimisi kızgın çöllerde kumlar üzerine yatırılıp göğsüne gövdesinden ağır kayalar konulan, kimisi günlerce aç ve susuz bırakılan ve bütün bunlara karşı sabredip tevekkül eden sahabeleri, Tevrat’ta ve İncil’de medh edilmiş o sahabeleri… Ya son asrın sahabe meşreplileri!.. Onların nelerden vazgeçtikleri hafızalardadır, neleri feda ettiklerinin şahitleri halen hayattadır…
Mısırlı şair Abdulaziz Cuveyde, sahabelerin kahramanlığını anlattığı coşkulu bir şiirinde “Ben müslüman olmayı babamdan öğrendim” demişti. Bu bir çoğumuz için öyledir. Bizler çok şanslıyız; müslüman bir toplumda, her beldesinde İslâm’ın şiârının sarsılmaz kaleler gibi sapasağlam durduğu, her köşe ve bucağında mânevi iklimin soluklandığı, dinimizin örfümüzün ve irfanımızın kılcal damarlarına kadar işlediği ve hayatımızın her alanına hakim olduğu bir zeminde dünyaya gözlerimizi açtık. Bu durum, bir dönem arızalar olmuşsa, zaman zaman bazı nâhoş şeyler yaşanmışsa, pek çok sıkıntıya marûz kalınmış olsa da halen öyledir. Biz müslüman olmak için büyük acılar çekmedik, pahalı ve ağır bedeller ödemedik. Çok ucuza Müslümanız belki de. Gördüğümüz kadarıyla müslümanız, sadece o kadarcık!..
Belki de bundan dolayı, muhtedilerin iman nimetiyle neyi kazandıklarını ve hidayete ermek uğruna nelere katlandıklarını işittiğimde onların durumunu sahabelere benzetirim. Muhtelif vesilelerle değindiğimiz üzere, şüphesiz ki peygamberlerden sonraki makam sahabelerindir ve o makama erişmek kimsenin harcı da değil. Fakat mânevi makam ve mertebeler bir yana, icabında o ana kadar sahip olunan her şeyi terk ederek o âna kadar elindeki-önündekilere sırtını dönüp yeni, yepyeni ufuklara doğru yönelmek kanaatimce sahabevâri bir kahramanlıktır. Böylesi muhtediler nezdimde çok değerlidir.
İman etmek, evet, bazen her şeyini kaybetmektir. Bazen her şeyden vaz geçmektir. Belki daha doğru bir ifadeyle her şeyini fedâ etmektir. Sûretâ ateşlere düşmektir. Ebedi ateş azâbından kurtulmak için dünyada yanmayı göze almaktır. Fakat hakiki bir imanın serin ve selâmetli iklimi kalplerdeki o yangını sükûnete erdiriyor. Hidayete erenler, iman etmenin peşin mükâfatı olarak muhtemelen o sekineti, o huzur ve sürûru, o kalbi itmi’nânı, yeniden dirilmek gibi, o coşkulu heyecanı yaşıyor olmalılar…
“Hakiki bir imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” demişti muhterem Üstadım. Çünkü, "İman hem nûrdur, hem kuvvettir.” İnsan Allah’a iman etmekle ve “imanın (da) kuvvetine göre, hâdisatın (mârûz kaldığı veya kalabileceği her türlü zorluğun, ezâ’nın, cefânın ve meşakkatin) tazyikatından kurtulabilir" beyânıyla da kurtuluşun çâresine işaret ediyor, reçetesini veriyor.
Alemlerin Rabbi, bir âyette seçkin kuluna (sav) “Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zumer/36) diye sual eder. Elbette yeter. Ayetin devamı, yine Peygamber üzerinden sanki Rablerine iman edip ona kul olmayı ve hidayet üzere yaşamayı tercih edecek olanların dünyada karşılaşacağı durumu haber veriyor: “Öyleyken onlar kalkmış seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar!”
Varsın dünya da, dünyevi olan da, dünyada kalacak her şey onların, bütün dünyaları dünya olan dünyevilerin olsun…
Hakiki ve sahiden kuvvetli bir iman ile Allah'a iman edene her şeyi yaratan, her şeyin sahibi, her şeyi kudretine boyun eğdiren, göklerin ve yerin hazinelerinin sahibi, her an her şeyi çekip çeviren, korkuları gidererek her kalbe ve her gönüle huzur, eman ve emniyet veren, -isterse ve hikmeti iktiza ederse- her isteyene her isteneni veren/verebilen yetmez mi?
İman etmek aslında her şeyin sahibine kavuşmaktır; Fani olan her şeyini terk edip her şeyin sahibine iman edip yönelerek rahmet kapısını çalana her şeyin sahibi kendisinden istenecek her şeyi ikram ve ihsan etmez mi?
Muhtedi hanımefendinin son sözleri şöyleydi: “Ben Allah’a muhtacım. Ben Allah’a muhtacım. Sadece bu kadar!..” Ve sonsuz tesellilerle dolu o muhteşem o harika ve bir o kadar müjdeli âyeti hatırlayalım: “Allah kuluna kâfi değil mi?”