‘Levlâke’ mi ya da O olmasa kâinat olacak mıydı?

Mehmet Asıf IŞIK

BÜTÜN PEYGAMBERLERDEN SÖZ ALINDI

“Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘Kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu.”(Âl-i İmran/81)

Bazı tefsirlerde bu ve devamındaki âyetlerde, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin, tebliğlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılır. Her peygamberin kendinden önceki ilâhî tebliğlerin doğruluğunu tasdik etmesi, önceki peygamberlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine iman edip onu desteklemek suretiyle karşılıklı bir şahitlik olduğu açıklanır. “Allah peygamberlerden… söz (mîsâk) almıştı” ifadesini selef alimleri iki türlü yorumlamış: Bir kısım âlimler, “Âyet, peygamberlerden daha sonra gelecek olan resule iman edip onu destekleyeceklerine dair yemin (söz) alındığını belirtir; o halde söz verenler peygamberlerdir. Bu görüşte olanların bazısı, peygamberlerin birbirlerini tasdik edeceklerini, bazısı ise Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyeceklerini” beyan etmiş. Bir kısmı ise “Kur’ân’ın gerek üslûbu, gerek “mîsâk”la ilgili âyetler tedkik edildiğinde, “misak”ın peygamberlerden değil, Hz. Muhammed geldiğinde, kendi ümmetlerinden ona iman ederek destek olacaklarına dair söz alındığı” görüşündedir.

Bu söz peygamberlerden ruhlar aleminde alınmıştır; Tıpkı insanlar yaratılmadan önce bütün ruhlardan “Elestu bi Rabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sualine “Kalu belâ” (Dediler ki Evet!) sözünün alındığı gibi (A’raf/172). Doğrusunu Allah bilir, fakat söz (misak) peygamberlerden veya ümmetlerinden alınmış olsa da her iki durumda da dünya yaratılmadan evvel ruhlar aleminde peygamberlerden son nebi Hz. Muhammed’e iman edip ona (ve kemale erdirilen dinine) yardım edeceklerine dair kesin sözün alınmış olduğudur. Aslında, yazının başında verilen ayet “Levlâke” hakkında başlı başına red ve cerh edilmez bir delil olmasına rağmen konuyu ayrıntılarıyla izaha çalışalım:

Bazı kaynaklarda hadis-i kudsi olduğuna dair rivayetler bulunan ve Peygamber Efendimiz (sav)’e atfen “Levlâke, levlâke, lema khalaqtu’ul eflâk” yâni “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” meâlindeki ifadeye bir kesim ciddi itiraz ediyor. Suyutî’nin “El-Leali'l-Masnua”, Aliyy-ül Kâri’nin “Esrârü'l-Mertüa”, Şevkani’nin “El-Feraidü'l-Mecmua”, Aclûnî’nin “Keşfü'l-Hafâ”, Aliyy-ül Kârî’nin “Şerhü'ş-Şifa” isimli eserlerinde buna yer verilmiş ise de Hâfız Aclûnî ve Aliyy-ül Kâ eserlerinde "Levlâke" sözü, lafzen hadîs değilse bile, mânâsı bakımından doğru ve haktır, demişlerdir. Bu kanaati, çok titiz ve bazı müfrit fikirleri olduğu bilinen selefi âlimlerden İbn-i Teymiyye de kendi kitabında zikreder.

Sadece Kur’an’ı kaynak/delil kabul eden bu itirazcı kesimin iddiasında, haricilerin modern görünümlü selefi anlayışla paralellik var. Bu karşı çıkışı, hikmet ve hakikat menbaı olan Kur’an âyetleriyle ve Risale-i Nur’daki ilgili bahislerden alıntılar yaparak delilleriyle cevaplamaya çalıştık.

Allah, başlangıcı olmayan Evvel’dir (Hadid/3), hiçbir şey yok iken O vardı. Ve Allah bilinmeyi irade etti. Üzerinde kendi esmâ ve sıfatlarını bir ayna gibi yansıtarak varlığından haber verip Zatına işaret edecek olan kevn’i, Arş’ı, Kürsi’yi, semaları, gökleri, yıldızları, güneşi, ayı, dünyayı, yeryüzünü ve içindekileri yarattı …

İçinde milyarlarca gezegenin bulunduğu sayısız galaksilerin, müthiş bir deveran ile sürekli hareket halinde olduğu, ibda ve inşa ile bir an bile durmaksızın yaratmanın her an devam ettiği, her an her şeyin halden hale geçirildiği, insan idrakinin kavramaktan aciz olduğu uçsuz bucaksız bir kâinat. Her anı, her hali ve her safhası hayret verici ve sayısız hikmetlerle süslü olan bütün bu yaratmalar ne içindir, niyedir, kim içindir? Cevabını yine hikmetli kitaptan arayalım:

NİÇİN İNSAN?

O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”(Bakara/29) Bir başka âyette “O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah´ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.”(Nahl/12) diye buyurulur.

Niçin insan? O halde biraz gerilere gidelim: “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.”(Bakara/30)

Meali verilen âyetten anlaşılan, Cenâb-ı Allah kendisine sürekli ibadet halindeki meleklerden farklı bir varlık yaratmayı istemiştir. Sebebini, mâhiyetini ve hikmetini meleklerin bilmediği bir varlıktı bu. Nitekim, Allah, şaşkınlık halindeki meleklere “Ben sizin bilmediğinizi bilirim”(Bakara/30) beyanıyla cevap vermiştir.

“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.” (Bakara/31) Sonra da melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.” (Bakara/32)

Melekler, Allah’ın kendilerine varlık âlemi üzerinde tecelli eden esmâ okumalarını (isim ve sıfatlarının mânâlarını ve hikmetlerini) açıklamaları emrini, “bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur” cevabıyla, bilgilerinin sınırlı olduğunu itiraf ederler. Bunun üzerine,

“Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi.”(Bakara/33) “Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen secde etmişler (yani saygı ile eğilmişler) …”(Bakara/34) Meleklerin insana secde ettirilmesinin sebebi Kur’an’da açıklanır. Çünkü, “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin/4) İnsan en güzel surette ve üstün özellikte yaratılmasaydı Adil-i Mutlak Allah, üstün ve değerli olanı aşağı ve hakir olana secde etmezdi.

İnsanın üstünlüğü Risale-i Nur’da şöyle izah edilir: “Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, …

“Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı haml dâvâsında bir rüçhaniyet vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur'ân ifham ettiği misillü, … (Sözler, 20.Söz, 1.Makam)

İnsanı bütün varlıkların üzerine çıkaran özelliğine bakalım: “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”(İsra/70) En güzel, en üstün, en yüksek vasıf ve özelliklerle şerefli kılınan insan, Allah’ın yeryüzündeki halifelik ünvanıyla büyük emaneti, onun ağır yükünü ve sorumluluğunu omuzlayabilecek kabiliyetlerle donatılmıştır.

“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi…”(Ahzab/72) “Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: "Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. (Sözler/20.Söz, 2.Makam)

“Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın.”(Hicr/21) Bir diğer âyet yakın mânâdadır: “Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.”(Munafikun/7) Ayetlerde bahsedilen Allah’ın göklerde ve yerdeki hazineleri, varlığa çıkarılan alemlerdeki Allah’ın isim ve sıfatlarının celâli, cemâli, kemâli tecellileri ve/ya İlâhi maksadı ve sırrıdır. Mâdem bu âlemde sırlar ve hazineler vardır, o halde bunların açığa çıkmaları, görülüp anlaşılmaları gerekir. Bu sırları çözecek yetenekler ve hazineleri açacak anahtar ise insana verilmiştir. Sadece bu sebepten dolayı kâinat insan için yaratıldı dense yeridir ve sezâdır.

Kur’an-ı Hakim pek çok âyette Allah’ın büyüklüğünün, kudretinin, ilminin, rahmetinin vs. sonsuzluğunu beyan ederek insanı o azamet ve kibriya sahibini tesbih edip yüceltmeye davet eder. Kezâ, insanın yaratılış gayesi hakkında birçok surede bahisler bulunur ve makam münasebetiyle çeşitli yönleriyle anlatılır. Fakat Adem’in, yâni insanın “biricikliği” ve âdetâ ihtimamla yaratıldığı, İblis’in secde emrine direnmesine karşı, Allah’ın, “… kendi ellerimle yarattığım …”(Sad/75) beyanıyla nazara verilir.

Yüce Allah’ın zâtı tasavvur edilemez. Çünkü “Onun ne misli ne de benzeri yoktur.” Ancak, âyetteki “bi yedeyye” yani “ellerimle” tâbiri, bir uzuvdan ziyade bir özel olma, diğerlerinden çok ayrıcalıklı, daha üstün ve nitelikli olduğunu belirtir. Teşbihte hata olmasın, tıpkı özenerek yapılan bir şeyin emsallerinden daha özel, mümtaz ve mümeyyiz oluşunun “kendi ellerimle yaptım” sözüyle kastedildiği gibi. İşte insan da öyledir; kudretin eliyle yoğrulmuş, özel olarak yaratılıp donatılmıştır.

İNSANA VERİLEN BÜYÜK EMANET: HALİFELİK

“…Şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı …

“…künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak …” (Sözler, 30.Söz’den)

Gök ve yer sahifelerinde gizlenmiş hazineleri açacak manevi anahtarlar olan kabiliyetleri ile insanın zimmetine verilen büyük emanet, Allah’ın yeryüzünde halifelik ünvanıdır. Varlık içinden seçilmiş olan insan indirilen kitabın “Yaratan Rabbinin adıyla oku”(Âlak/1) diye başlayan ilk emriyle, Rabb’in kâinat üzerinde tecelli eden esmasını, yarattığı kevni kitap olan kâinattan onun adıyla ve onun namına okuyacaktır.

Yeryüzünün halifesi kılınan insanın omuzlarına yüklenen emanete binaen, “abd-i külli ve vekil-i umumi” vazifesi, şerefi ve haysiyetiyle, emrine ve hizmetine verilenler üzerindeki tasarruf yetkisi ve sorumluluğuyla, bütün varlıklar namına beyan etmek suretiyle yaratılışının en yüksek gayesine (aksa’l gâyât) ulaşacaktır. Bu görev aklın baliğ oluşundan son nefese kadar hayat boyunca aralıksız olarak sürecektir.

“LEVLÂKE” Mİ, VARLIK ONUN İÇİN Mİ YARATILDI?

Cenâbı Allah, kâinatın yaratılış maksadı olan varlık ve birliğinin cin ve insanlığa tebliğ edilmesi görevini Hazreti Muhammed (sav) ile sona erdirmiştir. Bütün peygamberlerin iddiaları O’nunla (sav) tasdik ettirilmiş, O’nun (sav) geleceği binlerce sene önceden Tevrat ve İncil’de müjdelenerek sıfatları ve özellikleriyle bildirilmiş, bütün ins-u can asırlarca onu beklemiş, İlâhi maksat onunla tahakkuk etmiştir. İlk insandan başlayarak beşeriyete ihsan edilen hidâyet nimeti onda kemâle ermiştir (Maide/3). İlgili âyetlere bakalım:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyana sokanlar var ya, işte onlar inanmazlar.”(En’am/20) Bu âyette “kendilerine kitap verilenler” tabiriyle Yahudiler kastedilir. Çünkü Hazreti Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde orada kitap ehlinden Yahudi Ben-i Kurayza, Ben-i Kaynuka ve Ben-i Nadr kabileleri vardı. Yahudi alimlerinden Abdullah İbn-i Selâm, Hazreti Peygamberi görür görmez, “İşte bu simada yalan yoktur. Tevrat’ta yazılı sıfatlar Muhammed’tedir” diyerek derhal müslüman olmuştu.

“Hani, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim’ demişti. ...” (Saff/6)

Bu husus Kur’an’dan önce indirilmiş olan İncil-i Şerif’in nüshalarının birinde Hz. İsa (as)’nın dilinden şöyle anlatılır: “Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın.” (Yuhanna, Bab 16/12-14) demiştir. Onca tahrife rağmen, Hüseyin-i Cisri isimli alimin Risâlet-i Hamidiye isimli eserinde, zamanındaki İncil nüshalarında yaptığı tedkiklerde, Hazreti Peygambere işaret eden yüzden fazla işaretin olduğunu kitabında delilleriyle belirtmiştir. (Bu konu hakkındaki ayrıntılı bilgi Bediüzzaman’ın Mektubat isimli eserinin 19.Mektup, 16.İşaret kısmındadır.)

Peygamber Efendimizin dünyayı teşrifinden binlerce yıl evvelinden geleceği, ismi, sıfatı ve özellikleriyle önceki semâvi suhuf ve kitaplarda “Alemin Efendisi” diye bildirilmiş olması neye delâlettir? Elbette ki Hazreti Muhammed Mustafa’nın “seçilmişliğine”, üstünlüğüne ve onun asırlar boyunca beklendiğine delildir.

PEYGAMBERLER ARASINDA MAKAM-MERTEBE FARKI

Her mü’min Allah’a iman ettiği gibi, Allah’ın gönderdiği bütün peygamberlere de iman eder ve bu zaten imanın şartıdır. Yahudiler gibi peygamberlerin bir kısmını kabul edip diğer kısmını yalanlayıp red edemez. Onlar azgınlıklarından dolayı peygamberlerin bazısını da haksız yere öldürmüşler.(Al-i İmran/21, 112, 181, Nisa/155 vs) Mü’minler hakkı tebliğ etmek için görevlendirilen nebi ve resullerin hepsinin hak olduğunu ve vazifelerinin mahiyeti hakkında şüphe duymaz, nübüvvet hususunda ise aralarında asla ayrım yapmaz. (Bakara/136, 285, Al-i İmran/84)

Ancak, bu mukaddes görevi ifâ edenler arasında mertebe vardır. Bunun delili şu âyettir: “İşte peygamberler! Biz onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah'ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya ise açık deliller verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. …”(Bakara/253)

Peygamberler arasındaki üstünlük farkına ilişkin olarak Kur’an’da kendisinden sıklıkla zikredilen, kendisine kitap verilen ve “ulu’l azm” denilen beş büyük peygamberden biri olan Hz. Mûsâ ile ilgili örnek şöyledir: Hz. Mûsâ Tûr Dağı’na münâcâta çıkmış, Cenâb-ı Allah ile mükâleme ederken “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım deyince, Cenâb-ı Allah Hz. Mûsâ’ya, ‘Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin’ dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu (dağı) darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. …"(A’raf/143) diye anlatılan hadise, sonraki âyette şöyle son bulur: “(Allah) ‘Ey Mûsâ! Vahiylerim ve konuşmamla seni insanlar üzerine seçkin kıldım. Öyleyse sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol’ dedi.”(A’raf/144)

Mertebe farkına delâlet eden ve Peygamber Efendimizden bahsedilen birkaç âyetten örnek verelim:

“…Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a ulaştırsın.”(İsra/79)

“Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır.”(Kalem/3)

“Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.”(Duhâ/5)

Ya Mi’rac hadisesine ne demeli! Kâinat yaratılalı beri ilk ve tek defa yaşanıp tekrarı olmayacak o muhteşem hadise... “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı yücedir. …” (İsra/1) Şânı yüce Allah’ın şanlı ve seçkin kuluna yaptırdığı ve başka hiç kimseye nasip olmamış ve olmayacak o şerefli ağırlanma Necm suresi 11 ila 18. âyetlerde şöyle anlatılır: “Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı. / Gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz? / Andolsun ki, o, Cebrâil'i bir başka inişte daha görmüştü. / Sidretü'l Müntehâ'nın yanında. / Me'vâ cenneti onun (Sidre'nin) yanındadır. / O zaman Sidre'yi kaplayan kaplamıştı. / Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. / Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.” Görülen hayâl, rüya veya gerçek dışı bir şey değildi ki kalp gözün gördüğünü yalanlamadı.

Mi’rac’ta gidilen yerler nerelerdi ve gösterilen şeyler nelerdi? Sidre, Kâb-ı Kavseyn, Me’vâ, büyük âyetler vs. Hz. Mûsâ’ya verilen için -adeta bunlarla yetin ve- “şükret”. Fakat Peygamber Efendimiz için ise “sana tükenmez mükâfat vardır” âyetindeki vaadin mânâsının vüs’atini, ötesini, ihsan ve ikramların büyüklüğünün farkını okuyucuların ferasetine havale ediyoruz.

Bir örnek daha: Kendilerine hem kitap hem de şeriat verilen Hz. Mûsâ (İsra/2, Mu’min/53) ve Hz. İsa’nın (Zuhruf/59, Saff/6, 14) sadece İsrail oğullarına gönderildikleri beyan edilmiş iken Hz. Muhammed “kâffeten li’n nâs” ifadesiyle kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa gönderildiği bildirilmiştir.

Kâinatın insan için yaratıldığı, hizmetine verilerek istifadesine sunulduğu ifade edilmişti. İnsanın da Allah’a ibadet etmek için yaratıldığı (Zâriyât/56. ve Hicr/99.) ve görevin ömrünün sonuna kadar devam edeceği kesin olarak beyan edilmiştir. Demek ki Alemlerin Rabbi, âlemlerin ibadetlerini içine alacak mânâyı ve muhtevayı onlar adına, âlemlerden seçtiği tarafından onların mümessili ve vekili sıfatıyla en güzel bir kullukla kendisine takdim edilmesini istiyor. Bu husus Bediüzzaman’ın ifadeleriyle şöyle izah edilmiş:

“Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

“Biri: Gâyet muhteşem, muntazam bir dâire-i rubûbiyet ve gâyet musanna, murassa bir levha-i sanat.

“Diğeri: Gâyet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gâyet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki ikinci daire (kulluk dairesi) bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

“İşte o Sâni’in bütün makâsıd-ı sanatperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni’ ile münasebettâr ve onun nazarında ne kadar mahbûb ve makbûl olduğu bilbedâhe anlaşılır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 18.Söz, 3.Nokta)

Kâinatın Hazreti Muhammed’in hatırına, Allah’a yaptığı mükemmel kulluğunun hatırına yaratılmış olmasının belki de en büyük delili bu âyet-i kerimedir: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”(Ahzap/56) Allah’ın ve onun sayısız meleklerinin bir an bile duraksamadan salât etmeleri, gelmiş, geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin ise mütemadiyen Peygamber Efendimize salât ve selâm edecek olmaları belki de “Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır.”(Kalem/3) âyetinin beyan ettiği müjdenin dünyadaki bir misalidir. (Son zamanlarda bu âyette bahsedilen “salât” tabirine bazı nasipsizler tarafından farklı anlamlar yükleniyor ise de onları ciddiye almaya değmez.)

“(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya/107) âyetinde Hazreti Peygamberin “alemlere rahmet olarak gönderildiği” beyan edilmiş. Kasas/86. âyette ise, Rahmet Peygamberine vahy edilen Kur’an da “rahmet olarak” tabiriyle anılmıştır: Âlemlere Rahmet olan Peygambere, Âlemlerin Rabbinden bir başka rahmet hediyesi: Kur’an. “Sen, bu kitabın sana verileceğini ummuyordun. Ancak o, Rabbinden bir rahmet olarak sana verildi. ….” İki rahmet: dünya ve ahiret saadetinin vesilesi Kur’an, onu tebliğ eden, öğreten ve yaşayan Peygamber…

Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; elinde mu'ciznüma bir kitab, lisanında hakaik-aşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek, … (Sözler/19.Söz, 3.Reşha)

İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. (Sözler/19.Söz, 6.Reşha)

“Sen elbette yüce bir ahlâk (yaratılış) üzeresin”(Kalem/4) âyetinin öznesi Hazreti Peygambere bütün varlıklar ve onların zerreleri adedince salat ve selâm olsun.

“Levlâke” ile anlatılmak istenen maksad Bediüzzaman’ın şu enfes cümlelerinde nakış gibi işlenmiştir: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rubûbiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gâye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir." (Sözler/20.Söz, 2.Makam)

Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedî' bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.” (Sözler/19.Söz, 5.Reşha)

NETİCE-İ KELÂM :

1- Göklerin ve yerin hazineleri Allah’ın esmâ ve sıfatlarının tecellileri, mânâları ve İlâhi gâyeleridir.

2- İnsan (Âdem) yaratılıncaya kadar bu hazinelere ait bilgiler gayet sınırlı olarak meleklere verilmiş, fakat Âdem’e öğretilen seviyede değildi. Âdem’e verilen ilim ve öğretilen esmâ Hazreti Muhammed (sav)’de en yüksek seviyede ve kemâl mertebededir.

3- Hazreti Muhammed (sav) kendisinden önceki peygamberlere gelen vahyin, onlarla gönderilen suhuf ve kitaplardaki hakikatin vârisi olduğu gibi onunla kemâle erdirilen hakikatin hitabı kendi asrına ve sonraki bütün zamanlaradır.

4- Hazreti Muhammed (sav) kendinden önceki peygamberlerin şahidi ve doğrulayıcısı, istikbâlin ise sahibidir. Dini, bütün dinlere üstün kılınmıştır.

5- İnsan Rabbine kulluk görevi ile yükümlüdür ve bunun için yaratılmıştır. Hazreti Muhammed’in geleceği ve “insanlığı kurtaracağı” önceki semavi kitaplarda ve peygamberlerle müjdelenmiştir. Allah’ın râzı olduğu kulluk görevi Hazreti Muhammed (sav) ile yerine getirilmiştir. Bu yüzden “en güzel örnek” lik ondadır ve insanlardan onun örnek alınması istenmiştir. Allah’ı sevmenin şartı Hazreti Peygambere itaattir. İman etmişlere kendi canlarından daha azizdir.

6- Hazreti Muhammed’e risalet vazifesi tevdi edildiğinde, kitap ehlinin elindeki kitaplar tahrif edilmişti. Din ve hakikat namına bilinen pek çok şey eksik ve/ya yanlıştı. O gelmemiş veya gönderilmemiş olsaydı, uçsuz bucaksız kâinattaki “göklerin ve yerin hazineleri” açığa çıkmayacak, varlığın yaratılış gâyesi tahakkuk etmeyecekti. Hazreti Adem’den beri gönderilen din (İslâm) onunla kemâle erdirilmiş ve hidayet nimeti onunla tamamlanmıştır.

Kâinatın Hazreti Muhammed Mustafa’nın hatırına yaratılmış olduğu, şayet kudsi hadiste veya Peygamberin sözlerinde ifade edilmemiş olsa bile, her selim akıl ve kalp sahibinin kabulüdür. Çünkü yaratılan her şey, onun getirdiği hakikatin nurûyla lüzumsuz, mânâsız ve hiç olmaktan çıkmış, Alemlerin Rabbi’nin ulvî ve mukaddes gâyesine göre gâyet mânidâr iş gören vazifedâr olmuşlardır. Yoksa abes olacaklardı!..

Yukarıda açıklanan sebeplerle, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) olmasaydı mükevvenatın hilkatinin sırrı anlaşılamayacak, sebebi ve hikmeti bilinemeyecekti. Anlaşılmayan ve bilinemeyen şey abestir. Allah ise hikmetsiz iş yapmaktan münezzehtir. “Rabbimiz, Sen hiçbir şeyi boş yere/abes olarak yaratmadın.” (Ali İmran/191)

Zat-ı Risalet’in dünyayı teşrif ettiği milâdi 1,453. sene-i devriyesi olan Mevlid Gecesini tebrik ve tes’id eder, Ümmetinin gafletten, dalâletten, sefahetten, cehaletten, sefaletten, ihanetten, ihtilaf ve iftiraktan halas olup Kur’an hakikatlerinde, iman ve İslâm kardeşliğinde ittihad ve ittifak etmelerini Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.