“De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de bilir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Al-i İmrân/29) Cenâb-ı Allah’ın, açığa vurulanı da sinelerde gizleneni de bildiği ayrıca onlarca âyette beyân edilir. (Neml/74, Kasas/69, Mülk/13-14 ilh.)
"Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9)
Mekke müşrikleri Bedir mağlubiyetinin intikamını almak için ordu düzüp Medine yakınlarına kadar gelmişlerdi. Peygamber ordusu onları Uhud Dağı eteklerinde karşılayıp meydan savaşı vereceklerdi. Bu gazvede düşmanla çarpışan yiğitleri Peygamber Efendimiz (sav), bir grup sahabeyle beraber seyrediyordu. Ashabdan biri “Ya Resûlullah! Şu yiğidi görüyor musun ne kahramanca savaşıyor! O senin halanın oğlu Abdullah’tır” deyince, Hazreti Peygamber (sav), “İnşallah o cennetliktir” diye buyurur.
Sahabe meydanın diğer tarafına bakar. Bu defa başkası, “Ya Resulallah, şu da Hâris’in oğlu Kuzman’dır. Dokuz müşriki yere sermiş ve yaralı halde hâlâ çarpışıyor. Bu ne yiğitçe bir vuruşmadır ey Allah’ın Resulü” der. Fakat Peygamberin mübarek yüzünün rengi değişir, kaşlarını çatarak “O cehennemliktir” diye cevap verir!..
Sahabe, Hazreti Peygamberin bu sözlerinin hikmetini anlamadıkları için bir hayli şaşırır. Savaşın sonunda, İbni Katade ağır yaralı haldeki Kuzman’ın yanına vardığında “Ey Kuzman, sana müjdeler olsun. Bu meydanda Allah ve Resulü uğrunda kılıç sallayıp vuruştun, ne mutlu sana, eğer ölürsen inşallah cennetlik olacaksın” sözleriyle onu müjdeler.
Fakat Kuzman, o vakte kadar kalbinde sakladığı niyetini şu sözlerle açığa çıkarır: “Ey İbn-i Katâde, beni buraya getiren ne Allah’ın dini ne de Muhammed’in şerefiydi; Ben buraya sadece Medine’nin hurmalıklarını savunup korumak için gelmiştim” der. Nihayet o çok ağır yaralı durumda çektiği acılara dayanamayan Kuzman bir ok alıp kendi kalbine saplar ve oracıkta ölür.
İbn-i Katâde koşarak Resûlullah Efendimizin (sav) yanına gelir ve şahit olduğu olayı anlatır. Sahabe ancak o zaman Peygamber Efendimizden şaşkınlıkla duydukları sözün hakikatini ibretle idrak edebildiler. (Buhârî, Cihad, 77; İbn Hişâm, Sire, III, 93, 94)
Bahsedilen olay başka bir kaynakta, şöyle anlatılır: Sahabe Uhud Savaşına gidince Kuzman Medîne’de kaldığı için kadınlar “senin bizden farkın yok” diyerek onu kınayınca utanır. Bunu bir onur meselesi haline getiren Kuzman kılıcını kuşanıp Peygamber ordusuna katıldı. Üstelik ön cephede ve ileri safta yer tuttu. Hatta müşrik ordusuna ilk oku o attı. Ardından kılıcını çekerek herkesi hayran bırakan bir kahramanlık yaptı.
Kuzman, savaş sırasında kendi kendine “ölmek kaçmaktan üstündür” diyor ve etrafındakilere “Ey Evs Hanedanı! Siz de benim yaptığım gibi, şeref ve şan için çarpışınız!” sözleriyle sahabeyi harbe teşvik ediyordu. Öylesine hararetle ve gayretle savaştı ki, azılı müşriklerden sekiz-dokuz kişiyi öldürmüştü.
Tafsilatı yukarıda anlatıldığı üzere, aldığı kılıç darbeleriyle ağır yaralandıktan sonra sahabeden bazıları onu görüp “şehîdlik sana âfiyet olsun ey Kuzman” diyerek tebrik ettiklerinde “Ben din için harb etmiyorum! Kureyş ordusunun bize gâlib gelerek hurma bahçelerimizi harâp etmelerinden endişe ettiğim için savaşıyorum” dedi! Aldığı yaralar ona öyle acı veriyordu ki, kendi kılıcını göğsüne dayayıp hayatına son verir!
Benzeri bir hadise Hayber gazvesinde yaşanınca Peygamber Efendimiz (sav), halka şu çok bilinen hakikatin duyurulmasını emretmişti: “Allah’a ancak samimiyetle ve gönülden teslim olmuş mü’minler Cennete girebilecektir. Şu da var ki, Allah (isterse), İslâm dinini fâcir (günahkâr) kişilerle de teyid edip güçlendirir.”
Ne tuhaf, acıklı ve ibretli bir hâl değil mi? Hayret!!!
Din ve mukaddesat uğrunda savaşıp şehîd olmak herkese nasip olmuyor. Bir adam Peygamber Ordusuna katılıp Uhud'a gelerek İslâmın şerefli sancağını Mus’ab bin Umeyr’in taşıdığı, Hazreti Hamza’nın arslanlar gibi vuruştuğu ve pek çok sahabenin şehîd olup cennetle müjdelendikleri Uhud harbinde Kuzman da o şanlı ordudadır. Fakat kahramanca savaşmasına, müşriklerin övündükleri yiğitlerini birer birer yere devirmesine rağmen “cehennemlik” oluyor!..
Sebep: Peygamber Ordusunda olsa da niyeti ve gâyesi Allah’ın rızası değildi!..
Bu çok mühim ve hayâtî prensip mü’minin imânî ve İslâmî hizmetler adına ve ayrıca kendi şahsî hayatında da yaptığı ve yapacağı bütün işleri, faaliyetleri, ictimâî ve siyâsî alanlar dahil olmak üzere, her husustaki tercihleri için de geçerlidir. Zaten pek çok âyette mü’minlere emredilen ‘ihlâs’ lı olmak bunun içindir; Yapılanda yalnız ve sadece Allah’ın rızasının ve memnuniyetinin gözetilip başka arzu, maksat ve illetlerin asıl gâye ‘muharrik’, yâni, itici güç/unsur olmasına izin/yer verilmemesi ve hiçbir şeye basamak veya alet edilmemesidir. Ancak öyle olabilirse yapılan ibadet olabilir, edilip işlenen veya söylenen kalplerde karşılık bulup tesir edebilir.
Çünkü bir hadis-i şerifte “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” diye buyurulmuştur. (Süyûtî, C.Sağîr, II, 194)
Niyetin iş ve ibâdetlerin özü, rûhu ve esâsı olduğunun beyân edildiği, senedi gâyet sağlam, neredeyse bütün hadis kaynaklarında kayıtlı ve Hazreti Ömer (ra)’den gelen bir hadis-i şerifte Resûlullah Efendimizin (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş: “Yapılan işler niyetlere göre değerlen(diril)ir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. …” (Buhârî, Bed’ü’l Vahy 1, Müslim, İmâret 155. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26)
Nitekim, aralarında İmam Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârekutnî gibi büyük hadis âlimleri bu hadis-i şerifle, ‘İslâmiyetin sülüsünün (üçte birinin) anlaşılabilmesine vesile olabileceği’ ni ifâde etmişler. İmâm Şâfi’î de, dinî, şahsî ve ictimâî hayatımıza dâir yetmiş ayrı konuyla ilgisinin olması sebebiyle, hadiste beyan edilen bu çok mühim hususu “din ilminin yarısı” saymak gerektiğini ifade etmiştir.
Bedi’üzzaman Hazretleri de bu niyet ve ibâdet ilişkisini şöyle izah ve ikaz eder: “Hayrat ve hasenâtın hayâtı niyet iledir. Fesâdı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdânda şuur ile bizzat hissedilen vicdâniyâtın (vicdâni hallerin/duyguların) esâsı, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ’ bulur (kesintiye uğrar).
“Nasıl ki amellerin hayâtı niyet iledir. Onun gibi ... Ve hâkezâ, kıyâs et.” (Mesnevî-i Nuriye/Şemme)
Kıyâs edelim, hayâtımızın her alanına, her safhasına ve her işine; Mâdem niyet her iş ve hâle hayat katan sırdır, o sahih olmazsa yapılan fesâda mâruz kalır. Tıpkı Peygamber Ordusunda savaşırken şehîd olmak yerine cehennemi boylamak gibi!.
O halde her iş, ibâdet, fiil, tercih ve söylemlerimizi dâima kıyâs edip kalbimizi ve vicdânımızı dinleyelim ki kantara vurulduğunda elimiz boş kalıp yüzümüz kara olmasın…