Çarşı-pazar gezmelerini hiç sevmedim. Öyle yerlerde geçen vakti zayi olmuş sayarım. Belki de Âhilik mirası esnaflık ahlâk ve edebinin piyasalarda pek izi-eseri kalmadığındandır. İhtiyacım olan bir şeyi genellikle en kolay temin edebileceğim yerden satın alırım. Şayet zaman ve imkânları var ise, bu işleri bazen ev halkına havale ederim.
Geçen seneye kadar süren uzun, yorucu ve yıpratıcı fiili görevim müddetince çarşı-pazarda ne var ne yok diye gezinip bakmaya hiç merakım da fırsatım da yoktu. Şu emeklilik döneminde bedenen hareketsiz kalmamak için oldukça biriken okuyup yazma dışındaki vakitlerimde günlük yürüyüşler yapıyorum.
Rahmetin yeryüzünü ıslatacağı günlerden birinde, o vakte kadar pek kullanmadığım, evdeki birkaç şemsiyeden birini tedbiren aldım. Ne vaziyettedir diye açtığımda gördüm ki birkaç teli kırılmış, iş görecek gibi değildi. Diğerine baktım, o da aynı durumda imiş. Mekanizmaları çalışıyor fakat üçer-dörder teli kırık olan şemsiyeler tamir edilmeliydi. Fakat nerede ve kim tamir eder, bilmem ki…
Şemsiyeleri alıp çarşıya gittim. İlgili olabileceğini düşündüğüm esnafa şemsiye tamircilerini soruyorum. Hiçbirinden olumlu cevap alamadım. Sorduğum her dükkândan aynı cevabı aldım: ‘tamirci yok’ veya ‘bilmiyorum’. Hay Allah! Şemsiyelere bakıyorum, halen yeni gibi; güzel, şık ve kibar görünümlü olmalarına rağmen kullanılacak durumda değiller. Çarşıya her çıktığımda “şemsiye tamircisi” soruyordum. Bir buçuk milyona yakın insanın yaşadığı ve İstanbul’un sınır komşusu koca sanayi şehrinde şemsiye tamir edecek yer yok. Ara ara İstanbul’a gelişlerimde de, olabileceğini umduğum yerlere sordum. Orada da yokmuş! Tamirinden ümidimi kesince, şemsiyeleri geri dönüşüm kutularından birinin kenarına bıraktım.
Üzülmüştüm! Sebebi elbette maddi değeri için değildi. Masraflı olsa atılmadan tekrar kullanılabilir hale gelebilseydi keşke. Antika bir özelliğim var, genellikle tamir ettirmeyi yenisini almaya tercih ederim. Demek ki artık bozulan şeyi tamir edip düzeltmek yok; Meğer kırılan, bozulan veya aksayan şeyin düzeltilip kullanılır hale getirilme işi bitmiş. Ufak bir arızası olan veya azıcık kırılmış eşyanın âkibeti onu hemen elden çıkarmak veya kaldırıp “atmak”!..
Piyasaları canlı ve hareketli tutmak için aç gözlü ve doymak bilmeyen vahşi kapitalizmin insanlığa dayattığı anlayış tüketmek!.. Çünkü insanlar tükettikçe piyasa işliyor, çarklar dönüyor, fabrikalar çalışıyor. Üretilen yüzbinlerce çeşit mal çarşı-pazarları dolduruyor. Sömürmeye dayalı bu korkunç döngünün, bu ekonomik düzenin sürekliliği için devamlı olarak tüketmek şart. Yaş günleri, anneler-babalar günü, sevgililer günü, evlilik yıldönümü, nişan günü, tanışma günü, doğum günü, bekarlığa veda partisi ve akla gelmeyen nevzuhur türlü türlü günler bu cümledendir.
Üretilen envâi çeşit onca ürüne ihtiyaç duyulması için insanların satın alma dürtülerinin devamlı olarak gıdıklanması gerekiyor. Bunun için reklâmcılık profesyonel kandırmaca, algı oluşturma ve irâdeleri gevşetip yönetme uzmanlığı haline geldi. Bu sahanın kurtları, insanların bilinç altına verdikleri güçlü ve etkili mesajlarla hemen her ürün için, her yaş ve her tabakadaki hedef kitlenin tüketme arzularını canlı tutup sürekli tahrik ediyorlar.
Her sektörün moda tasarımcıları, piyasaya çıkarılacak ürünler için her sene birkaç model geliştiriyor. Yeni model çıksın ki önceki(ler) gözden düşsün de yüzüne bakılmasın. Bazen bir sezon için üretilen mâmuller planlanan sürede ve miktarda satılamayınca bu defa diğer çakal sürüsü olan satış ve pazarlama canavarları devreye girip kendi mesleki teknik ve taktikleriyle yeni model ürünler için, iç veya dış piyasalarda yer açma çabasına giriyorlar. Empoze edilen ve reklâmlarla pekiştirilen en etkili mesaj, “bu eşyayı/ürünü mutlaka almalıyım” fikrini zihne yerleştirmek. Tükettirmek üzerine kurulan bu düzenin varlığını ve işleyişini sürdürebilmesi için, ihtiyaç olsun veya olmasın, insanların durmadan tüketmesi şarttır. Kapitalizmi dünyanın başına belâ eden Batılı anlayış iktisat bilimini de “insanın sınırsız ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla tatmin etmek” diye tarif ediyor. İnsanın dünyevi ihtiyaçları ne diye sınırsız olsun ki!..
İşte ihtiyaçlarını sınırsız görüp kâfi miktara kanaat etmeden habire isteyen modern insanın bu israfçı anlayışı ve doyumsuzluğu sebebiyle yeryüzünün kaynakları neredeyse tükenecek hale geldi, belki de bu yüzden bereket çekildi. Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ Lahikasındaki ifadesiyle, “… bu zamanda mimsiz medeniyetin îcâbâtından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryâkilikle, görenekle ve itiyâdla hâcât-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve mâişet derdi için dünyayı âhirete tercih (eder)” hale gelinmiş!..
Daha azıyla yetinip geçinebilecek iken tüketme arzuları dürtülerek sun’i ihtiyaçları artırılan insan, ihtiyaç sandığı şeyleri satın alabilmek için sınırlı imkânlarını zorlayacak, elinde-avucunda olanı harcayacaktır. Bu durum “beşeri hem fakir edip ihtiyacatı(nı) ziyadeleştirmiş” tir. İnsanların büyük çoğunluğunun bu sun’i ihtiyaçları karşılamaya imkânları yetmeyecek. Nihayet bugün üzülerek şahit olduğumuz üzere, ehl-i iman bile dünyevi rüzgârlara kapılıp “iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış” zavallı durumuna gelmiştir.
ŞU İSRAF DÜZENİ…
Bu israf düzeninde tamire ve tamirciye yer bırakılmadı. El ustalık ve maharetine, itinaya, ince ve titiz işçiliğe de yer yoktu. Artık o işlerle kimseler uğraşmıyor. Nice zahmetlerle bugünlere kadar varlığını devam ettirebilen bir zamanların terzileri, zanaatkarları ve çeşitli iş kollarında çalışan tamirciler muhtemelen mesleklerinin son temsilcileridir. Bu iki elin parmak sayısını geçmeyen meslek dışındakiler ise çoktan beri mâzide kalıp tarih olmuşlardı. Bundan böyle bir eşya ârıza yaptığında veya azıcık aksayacak olursa yapılacak şey kaldırıp “atmak”. Zaten bu zihniyetin hâkim olduğu üretim anlayışı her ürün için kısa bir ömür tayin edip buna göre üretiyor, hassas ve mühim aksâmını çabuk bozulup iş göremeyecek şekilde imal ediyordu; Bozulup kırılanı kaldırıp attırıyordu ki peşinden yenisi alınsın.
Kaldırıp “atmak” insanların zihin dünyasına da dayatıldı. Telefonla gönderilen mesaj, ileti ve e-postaları “attırıyor”. Çekilen fotoğrafları veya istenen bilgileri “attırıyor”. Yardım etmek/istemek yerine “destek attırıyor”. Postaya vermek veya kopyalamak yerine “attırıyor” vs. Bu sevimsiz “atmak” tabiri öylesine yaygınlaştı ki özellikle gençlerin zihinlerini köreltip güzelim dilimizi de kirletti. Dahası, bir davranış biçimine, bir kültüre dönüşüp âdeta günlük hayatın vazgeçilmezi oldu!
Teknolojik aletleri kullanarak büyüyen ve alelacele, derhal ve ilk fırsatta “atmaya” alışkın bugünün genç nesli sudan sebeplerle birbirlerini dostluktan ve arkadaşlıktan kolayca “atabilir” oldu. “Atmanın” akla ilk gelen davranış haline dönüşmesiyle bazı evliliklerin bile ömrü kısaldı. Küçük bir sorun karşısında birbirlerini “başından atmak” ilk ve öncelikli çözüm olarak görülüyor. Hani ya, nerede kaldı çınar gibi toprağında derinlere kök salarak kolay yıkılmayan, kaya gibi sağlam ve birbirlerine sadakatle bağlı o eski evlilikler!
ATMAK NEDİR, ATILAN NEDİR?
TDK sözlüğünde “atmak” kelimesine verilen 40’a yakın anlamdan konumuzla ilgili bazısı şöyle:
- Bir cismi bir yöne doğru fırlatmak (çöp gibi),
- Bir kimsenin ilgisini-ilişiğini kesip uzaklaştırmak (işten atmak),
- Yalan veya abartmalı söz söylemek, bilmeden kestirerek söylemek,
- Rastgele bir kenara koymak, değerini eksiltmek,
- Sille-tokat vurmak (dayak atmak), kovmak-çıkarmak-dışarıya vermek,
- Yapılmış kötü bir işi (iftira) birine yüklemek,
- Top-tüfek vb. silahları patlatmak, kurşun-gülle, ok gibi şeyleri hedefe fırlatmak, vs.
Bu tariflerden sonra “at” mayı hayatımızdan atmalı değil miyiz?
İSRAFA DAİR…
İnsanın Allah tarafından “halife” kılınmasıyla yeryüzü içindekilerle beraber insanın tasarrufuna emanet edilmiş. Hizmetine verilen her şeyin, her nimetin vebali, hak ve hukukuyla beraber insanın omuzuna yüklenmiş. İnsan hükmettiği şeylerin sorumluluğu altındadır. Bu sebepledir ki onlarca âyette, insan hem kendisine hem de başkasına olduğu gibi emanetine ve hizmetine verilmiş varlıklara zulmetmekten sakındırılmış, her hususta âdil olması tavsiye edilmiş; israf ederek, yani yanlış, yersiz, gereksiz ve lüzumundan fazlaca kullanmak suretiyle haddini aşmaması emredilmiştir.
Ya israf eden ve saçıp savuranlara ne demeli! Şu âyet insanı titretmez mi: “Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleridir (dostlarıdır). Şeytan da rabbine karşı çok nankördür.” (İsra/27) Müsriflik, savurganlık ve şeytanlara dost ve kardeş olmak. Allah korusun!..
İsrafın yasaklandığı şu çok bilinen âyette meâlen, “Ey Ademoğulları! ... Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O (Allah), israf edenleri sevmez” (A’raf/31) diye buyurulmuştur. İsraf nankörlüktür, kadir kıymet bilmemek ve nimete değer vermemektir. İsraf ederek haddi aşmak, onlarca ayette farklı mânâ ve makamlarda işlenerek Rabbe karşı “nankörlük” sıfatıyla beyân edilmiştir. Kezâ, her şeyin ölçülü, dengeli, yerli yerince, miktarınca, âdilâne ve hikmetle kullanılması yine Kur’an-ı Hakim’in emridir. Bu vasıflar birkaç âyette “muktesit” tabiriyle zikredilir. Bu haslet mü’mine yakışır ki o vasfı taşıyanlar “Allah muktesit (ölçülü, adil, hikmetli) olanları sever” (Mâide/42, Hucurât/9) âyetlerindeki iltifat ve müjdenin muhatabı olurlar.
KIRIK BİR ÇAY KAŞIĞI HİKÂYESİ
Bu minval üzere yeri gelmişken, iktisad ve kanaat hususunda olduğu gibi bir o kadar da vefâ âbidesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin bir hatırasını dile getirelim. Hadiseyi Tenekeci Abdullah şöyle nakletmiştir: “Bir gün Zübeyir (Gündüzalp), ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip on kuruşa bir çay kaşığı aldım. Bunu Üstad’a götürdüm. Üstad bana "Kardeşim sen bilmiyor musun? Bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır” diyor ve kendisi kaşığı tamir etmek zorunda kalıyor.
Ne kadar ince ve nazikâne bir düşünce. Hizmetimize verilen kullandığımız şu eşyanın üzerimizde bir hakkı olmaz mı? Var ise o hakka hürmet edip vefâ göstermek gerekmez mi?
VE ISLAH, YANİ TAMİR…
Mü’min bir de ıslah edici olmalıdır. Bozulup kırılanı tamir etmeli, düşeni ve yıkılanı ayağa kaldırmalıdır. Meselâ aralarında ihtilâf bulunan mü’min iki topluluğun arasının “fe eslihu” yani barıştırılarak hemen “ıslah” edilmesini (Hucurât/9), bir sonraki âyette ise araları bozulan mü’min kardeşlerin arasını bulmayı yine aynı “fe eslihu” tabiriyle “ıslah” etmeyi (Hucurât/10), yani tamir edip düzeltmeyi emreder.
Yukarıda, çabucak araları açılan ve/ya bozulan genç/yeni evlilerden bahsetmiştik. Elbette o sorunu yaşayanların da beraberlikleri “ıslah” edilerek düzeltilmeli. Yüce Kitabımız, böylesi durumlarda da “koparıp atmak” veya bozup yıkacak olanlar için ara bulacak, bozulan ilişkileri iyileştirecek, problem çıktığında ya da çıkma endişesi halinde, sulh yoluyla “ıslah” ederek barıştıracak hakemler (Nisa/35) görevlendirilmesini, münasebetleri düzeltmek için dâima tamir ve imar etmeyi, iyiliğe ve ihya etmeye çalışılmasını tavsiye eder.
Netice-i kelâm, Hazreti Kur’an’dan aldığımız derse binaen; Mü’min müsrif değil, muktesit, müfsid (buzguncu) değil muslih (ıslah edici-düzeltici), muharrip (yıkıcı) değil muammer (yapıcı-imar edici) olmalıdır. İnişlerle ve çıkışlarla yaşamakta olduğumuz şu hayatımızda, kullandığımız bozuk-kırık şemsiyeden mutlulukla sürdürdüğümüz evliliklere, âilevi-insâni-dostâni ilişkilerimizden dünyada canlı-cansız olarak hizmetimize ve emaneten verilen her eşyaya ve her bir nimete varasıya kadar, her şeyde ve her hususta bozulan, kırılan, aksayan veya zarar gören şeyler için mutlaka tamirciler lâzımdır. Aman aman, bu tamirciler hayatımızdan hiç eksik olmasın.
Eksik olmasın ki, ömrümüze ve yaşantımıza renk ve güzellik katan ve aslında pek çoğu güçlükle elde edilen maddi-mânevi varlıklarımız, sakın ola ki bozulunca “kaldırıp atılmasın”…