TAKDİM
Risâle-i Nur müellifi allâme Bediüzzaman Said Nursi Mesnevi-i Nuriye isimli şaheserinde “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim” sözleriyle mülk üzerinden melekûtu, yâni “İlâhi saltanatın hâkimiyetinin, irade ve kudretiyle kâinatı idaresinin sırlarını anlama” diyebileceğimiz bir anlama ve yorumlama şekli ihdas etmiş. Hazret bu ifadesiyle, aslında Kur’âni ve Nebevi bir okuma usulünün şifrelerini de vermiş.
Bu makalede bazı yönlerine temas edilecek olan dört kelime Bediüzzaman Hazretleri tarafından “Mânâ-yı Harfî, Mânâ-yı İsmî, Niyet, Nazar” diye tarif edilmiştir. Konuyla ilgili kaynaklar üzerinden ve ilâveten râsih âlim olduklarına yakinimiz olan mûteber bazı ilim ehli nezdinde yaptığımız araştırmada, lafız-mânâ ilişkisi üzerinde pek çok medâr-ı bahis edilmesine rağmen harfin mânâya delâlet ettiğine dâir bugüne kadar bir esere rastlayamadık. Allâme Nursi, “Mânâ-yı Harfi” kavramını özetle “Cenâb-ı Hakk'ın mâsivâsına (kâinata) O’nun hesabına bakmak” (M.N. Katre, Muk.) diye tarif etmiş. Risâle-i Nur’un pek çok bahislerinde “mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmanın hata olduğu” üzerinde uzun ve geniş izahlar yapıldıktan sonra “her şeyin iki ciheti(nin bulunduğu), bir cihetin Hakk'a, diğer cihetin ise halka (maddeye-maddi yönüne) baktığı” ifâde edilir.
Elbette, görünür âlemlerde olan-biten fiiller madde üzerindedir ve bu oluşlar sebepler vasıtasıyla vücuda gelmektedir. Fakat maddi âlemde cereyan eden olayların doğru okunabilmesi için “tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası ile örtülü olan Hakka yönelik yüzüne, yâni perdenin arkasına akıl ve kalp gözüyle nazar etmek lâzımdır. Ancak o vakit “Nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelebilir.” Böylelikle, hakikati görmeye ve anlamaya dair bu bakış ve görüş ile “Allah hesabına olursa, Marifet-i İlâhi” kazanılabilecektir.
Bu mütevâzi çalışma Risale-i Nur’da “Mânâ-yı Harfi” kavramıyla kasd edilen hususların kudsi kaynaklar ile münasebetini izah etme denemesidir. Tevfik Allah’tandır.
ALLAH’IN BİLİNMEK İSTEMESİ
Bir hadis-i kudside Cenâb-ı Allah, kendi Zâtını kasd ederek “Kuntu ve lem yekun şey’en” (Buhâri, Bed'u'l-halk, 1), yâni, “sâdece ben vardım, hiçbir şey yoktu” diye buyurmuş. Yine bir başka kudsi hadiste de benzer/yakın mânâ “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek/tanınmak istediğim için varlıkları yarattım” (Keşf-ul Hafâ, 2/132) mealinde ifâde edilmiştir.
Her iki kudsi hadisten anlaşılan ortak mânâ, Cenâb-ı Allah’ın, şuur sahiplerinin nazarlarında bilinmek ve tanınmak istemesidir. “Kevn” denilen kâinat, bütün müştemilâtıyla bu mukaddes gâyenin tahakkuku için yaratılarak varlık âlemine çıkarılmıştır. Allah’ın kudret kalemi yazmış ve bir an bile aksamadan her an yazıyor; Yüce Yaratıcı, yaratışın başlangıcından itibaren görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen, uzak ve yakın âlemlerde, en büyükten en küçüğe kadar, varlığı her an halden hale çeviriyor. Mevcudat aynalarında ilmini, iradesini, hikmetini, san’atını, celâli ve cemâli isim ve sıfatlarının yansımalarıyla ve kudretinin tükenmeyen kelimeleriyle kendisini bildirip tanıtıyor.
Feleklerden meleklere kadar her şey, -gökler, galaksiler, yıldızlar, gezegenler, güneş, ay ve yeryüzü içindekilerle birlikte- yaratıldıktan sonra Cenâb-ı Allah,
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek dâima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim” (2-Bakara / 30) diye buyurmuştu.
Yukarıdaki âyetin ifadesiyle, Cenâb-ı Allah kendisine devamlı sûrette ibâdet halinde bulunan meleklerden başka bir varlık yaratmayı istemiştir; O ân’a kadar sebebini, hikmetini, keyfiyetini ve mâhiyetini meleklerin bilmediği bir varlık. Nitekim Allah, insanı yaratma irâde ve beyanına hayret ve şaşkınlıkla karşılık veren meleklere “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” (2/30) diye cevap vermiştir.
“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi. / Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin’ dediler.” (2-Bakara / 31-32)
Âdem yaratıldıktan sonra, melekler Allah’ın kendilerine sorduğu ve açıklamalarını emrettiği bilgiyi, varlık âlemi üzerinde tecelli eden isim ve sıfatların mânâlarını ve/ya hikmetlerini murâd-ı İlâhi’ye uygun seviyede/keyfiyette açıklayabilecek anlama ve beyan etme mertebesinde olmadıklarını itiraf etmişler. Bunun üzerine,
“Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.” (2-Bakara / 33)
Çünkü, âyet-i kerimede “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde/kıvamda yarattık.” (95-Tin / 4) beyanıyla, Âdem’in (insanın), hem sireten hem sureten meleklerden daha üstün kabiliyetli olarak “en güzel” ve zengin özelliklerle tezyin ve teçhiz edildiği bildirilmiş. İnsan, Hazreti Âdem’e ve bütün evlâtlarına verilen maddi ve mânevi donanımlarla, Allah’ın kâinatı yaratma gâye ve hikmetini en yüksek seviyede idrak edebilecek, O’nu varlıklar üzerinde yansıttığı isim ve sıfatlarıyla öğrenip tefekkür ederek Âlemlerin Rabbi’nin mârifetini kazanacak ve “mükerrem kılınmış insan” (17-İsrâ/70) makâmına çıkacaktır.
Nasıl ki, “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti.” Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hadise-i cüz'iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki, … (Sözler, 20.Söz, 1.Makam)
Âyetlerden mülhem olan yukarıdaki cümlelerde, insanı diğer bütün varlıklardan üstün kılan, kendisine “ahsen-i takvim” (en güzel kıvam) mertebesinde verilen özelliklerinden dolayı vazifesinin esmâ-yı hüsnâ’yı derin ve geniş mânâlarıyla anlayarak Rabbini bilmesi olduğu ifade edilir. Şu halde, Allah’ın kâinatı yaratmasındaki murâd-ı kudsiyesi, insandır; Bundan dolayı insanın da gâyesi ve asıl vazifesi, Rabbinin bütün kâinatı kuşatan esmâ ve sıfatlarının tecellileriyle, eşyada (varlık aynalarında) gösterilen mânâları okuyup anlaması, bunun için gayret etmesi, bulması ve bilmesidir.
Yine bir hadis-i kudside, Cenâb-ı Allah’ın bütün varlıkları yarattıktan sonra insan aklına hitap ederek “İzzet ve celâlimin hakkı için senden daha aziz bir şey yaratmadım” yeminiyle onu müşerref kıldığını beyan ettiği rivâyet olunur. O halde, nasıl ki ağacın yaratılış maksadı meyvesidir, şu akıl almaz hilkat (yaratılış) ağacının meyvesi de “insan” dır; Okuyan, anlayan ve bilen İNSAN!..
YARATICIYI TANITAN ÜÇ BÜYÜK DELİL: ÜÇ KUR’AN(*)
“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitâb-ı kâinattır ... Birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.” (19.Söz/Birinci Reşha)
Birinci Büyük Delil: Kâinat Kitabı
“O, size âyetlerini gösteren, sizin için gökten bir rızık yağdırandır. Ancak O’na yönelen, düşünüp ibret alır.” (40-Mu’min/13)
Cenâb-ı Allah kâinatı yaratıp kendi haline bırakmamış, aynanın yansıtma örneğindeki gibi, esmâ ve sıfatlarının tecellileri için her bir varlığa kendi kabiliyetine göre vazife(ler) vermiş. Mâhir bir san’atkârın hârikulâde bir eserine kendi imzasını ve nişânesini vurması misâlindeki gibi, -lâ teşbih- Âlemlerin Rabbi de yarattığı kâinatın her bir zerresine kendi ilim, kudret ve san’atının nakışlarını işlemiş; gözümüz önündeki varlıklar üzerine “düşünenler”, okuyup anlayacak “akıl ve şuur sahipleri” için pek çok şeyler yazmış. Bütün bu mevcudat, üzerlerinde tasarruf eden ilim, hikmet ve kudret sahibinden haber vermekte, şuur ve akıl sahiplerine, bunların üzerinde yazılı mânâ ve maksatları okutmaktadır. Zâten Arapçada “Kur’ân” kelimesinin meali/mânâsı da, “okunan / okunmakta olan” demektir.
De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek (denizlere” deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” (18-Kehf/109)
Yaratılmış kitap denilen şu kâinat üzerinde, denizler dolusu mürekkeplerle yazılmış kelimeler ve gösterilen mânâlar anlaşılmazsa, bunca şeyin varlığa çıkarılması anlamsız, hikmetsiz ve abes olacaktı. Ki “Allah bātıl, abes, sebepsiz ve hikmetsiz iş yapmaktan/yaratmaktan münezzehtir.” (Âl-i İmran/191) O halde, bu en büyük Kur’ân olan kâinat kitabı okunmalıdır ve okunacaktır.
"Rahmân Kur´ân´ı (okunanı/okumayı) öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyānı (açıklamayı) öğretti." (Rahmân/1-4)
Ümmi bir peygambere ilk gelen vahyin “Oku, Yaratan Rabbinin ismiyle” emri bize her varlık üzerinde ve fiilde tecelli eden (yansıyan) “ESM” yı, Allah’ın isimleriyle mânâsını, hikmetini ve gâyesini, yāni MÂNÂ-YI HARFİ’yle okunması gerektiğinin dersini verir. Aklın ve kalbin nazarıyla bu zâviyeden bakabilenler, yapılanda yapanı, san’atta san’atkârı, nimette nimetlendir(il)meyi görüp anlayabilir. Eşyadaki hakikati anlamaya yönelik hâlis bir niyetle nazar eden görebilir; gören bilebilir ve bilen Yaratıcıyı bulabilir.
İkinci Büyük Delil: Kur’ân-ı Kerim
Kur’ân-ı Hakim, ilk inen âyetten en son vahyedilene kadar, yüzlerce âyette Allah’ın varlığını ve birliğini, kudretini, kâinatta açığa çıkardığı isim ve sıfatlarını, âfâki ve enfüsi âlemlerdeki tecellilerini beyan ettikten sonra varlık aynalarında yansıtılarak işaret edilen o büyük tasarrufları, o muhteşem işleyişi, bunları yapıp icra eden kudret sahibini, bahsedilen konuyla ilgili esmâ ve sıfatlarla ders verip bize Rabbimizi tanıtır.
Meselâ, bu konuda A’lâ Suresi bize bir bakma (nazar etme) ve anlama usulü verir:
“Yüce Rabbinin adını tesbih et. / O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. / O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir. / O, yeşil bitki örtüsünü çıkaran, sonra da onları çürüyüp kararmış çör çöpe çevirendir.” (1 ilâ 5 âyetler)
Kur’ân-ı Hakim bazı âyetlerde “bakma” eylemini “ru’ye” kökünden türetilen “eraeyte”, “terâ”, “raev”, “terâhum” (gördün mü, görürsün, gördüler, onları görürsün) gibi kelimelerle beyan eder. Bu kelimenin geçtiği âyetlerde çoğunlukla bakma manası kasd edilir. Fakat “nazar” kelimesi, fiil kalıbıyla bazı âyetlerde “yenzuru” tâbiriyle “beklemek” anlamında da kullanılmış olsa da, esâsen yazının konusuyla ilintili olarak “nazar etmek” görmek-bakmak meâlindeki pek çok âyette kudretin azametli tecellilerine dikkat çekilip akıl sahipleri derin, geniş ve ince tefekkür etmeye dâvet edilir.
Meselâ: “Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı?” (A’raf/185)
Veya “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha da kuvvetli idiler. Ne göklerde ne yerde hiçbir şey Allah’ı aciz bırakacak değildir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Fâtır/44)
Veya “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.” (50-Kaf/6)
Veya “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? / Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk/3-4)
Veya “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. / Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı. / Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar. / Şüphesiz Allah’ın onu, öldükten sonra tekrar diriltmeye de gücü yeter.” (86-Târık/5-8)
Veya “Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! / Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! / Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! / Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır! / Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin.” (88-Ğâşiye/17-21)
Yukarıda bazı örnekleri verilen âyetlerdeki bakıp görme “nazar et-nazar etmezler mi” mealindeki “fenzur-unzur-yenzuru” gibi kelimelerle, nazarların, hakikati; yaradılışın hikmet ve maksadını anlamak ve idrak etmek niyetiyle, gözlerin gördüğü/görebileceği, herkesin gözü önünde şahit olduğu hadiselere/oluşlara bakıp ibret alınması istenir. Türkçede, yaşanmış olumsuz bir olaydan ders çıkarmak anlamında kullandığımız “ibret” kelimesinin kökü Arapça “ibr” kelimesidir ve aslında geçiş anlamındadır. Bu cümleden olarak, ibretli bakışlarla maddeden mânâya, açıktan gizliye, görülenden gösterilmek istenene geçiş. Yine Türkçeye aldığımız “tâbir” kelimesi de “ibr” ile aynı kökten olup özellikle rüyanın yorumlanması anlamında olarak “tâbir etme” şeklinde kullanılır. Rüya âlemindeki remiz veya işaretlerin fizik âlem üzerinde açıklanıp yorumlanması gibi.
“İbret” tâbiri Haşir suresinin ilk âyetinde “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” beyanının ardından, sapkın bir toplumun cezalandırıldığı ifade edilip “Fa’tebiru yâ uli’l ebsâr” (İbret alınız, ey basiret sahipleri) denilmiştir. Basiretimiz ve ibretli bakışlarımız, bizi bakılandan başka yerlere/mecralara geçirmeliymiş demekki! Mülk âleminden melekûta, sebepler vasıtasıyla ve silsileler yoluyla vücuda gelişlerden mânâya ve hikmete...
Tilâvet edilen kitap olan Kur’ân-ı Hakim, insandan, bakılan/görülen eşyada, fiil veya olayda asıl anlatılmak istenen mânâyı anlamaya, olayın/olanın özünün akıl ve kalp gözüyle görülerek mânâ-yı harfiyle yorumlanmasını, varlıklar, fiiller ve hâdiseler üzerinden esmânın okunmasını istemektedir.
Üçüncü Büyük Delil : Hazreti Muhammed (sav)
“Andolsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. …” (3-Âl-i İmrân/164)
Hazreti Âdem (as)’den itibaren insanlara gayb’tan haber verip Hakk’ı tebliğ etmekle görevlendirilen 124 bin peygamberin ortak davası, Allah’ın varlığı (vücud) ve birliğine (vahdet) iman ve O’na ibâdet etmeye dâvettir. İnsanlık ilk(el-bedevi) çağlardan itibaren tekâmül ederek bugüne gelmiştir. Binlerce yıldan beri kemâle doğru devam edegelen bu seyahatte kitabı (vahyin hakikatini) ve hikmeti öğretmek için yol göstericiler ve rehberler peygamberler (nebiler) olmuştur.
Ve son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (sav): Allah’ın rahmetinin İNSAN suretinde gösterilen en parlak aynası ve en güzel örnek. O’nunla (sav) peygamberlik silsilesi son bulmuş, binlerce yıldan beri bütün nebi ve resullere vahy edilen hakikate vâris kılınmış, insanlığı küfrün, inkârın ve şirkin kirlerinden arındırıp kitap ilmini ve hikmeti öğretmek için gönderilmiş; İnsan bu hikmet ve mârifet sayesinde maksatsız, fâni ve geçici bir ömür yaşayan sıradan ve değersiz bir canlı olmaktan kurtulmuş. Bütün insanlığı, var oluşun en yüksek gâyesi (aksa’l gâyât)ne, Allah’a dost ve muhatap olmaya, gerçek anlamdaki İNSANİYET MAKAMI’na ulaşmaya dâvet etmiş.
Hikmet ve hakikat, iki rahmetten biri Kur’ân’la, diğeri ise Hazreti Muhammed (sav) ile tamamlanmış ve kemâle erdirilmiş. İlâhi irâde vahiyle, hilkatin sebebi seçkin ve seçilmiş olan Nebi (haberci)’ye Hirâ’da “İkrâ” nidâsıyla geldi ilk önce. “Ben okuma bilmem” dedi ümmi Nebi. Yazı okumayı bilmeyen Peygambere ısrarla üç defa “Oku” denildi. Demek ki yazı okumayı bilmeyen Nebi’den okuması istenen kalemin yazdığı yazı değil, varlık âleminde (harf üzerinde) gösterilen mânâları okumasıydı. Yaratan ve mevcudatı her an halden hâle çevirerek kudret kalemiyle devamlı olarak üzerinde bir şeyler yazan Kâtip, yazılmış olanı (mektup-kitap), maksad ve hikmetini (mânâ) ve târif edileni Resûl’e öğretecek, “oku” emriyle okutacak ve O’nunla da okutturacaktı.
Nebi (sav) ikinci veya üçüncü cevabında “neyi/nasıl okuyayım?” demişti. Nebi üzerinden bütün insanlığa, yazının kendisini (maddeyi/mânâ-yı ismi) değil, üzerinde gösterilen ve okutulmak istenen anlamı (mânâ-yı harfi) oku dercesine, “Yaratan Rabbinin ismiyle” okuması istendi. Ey insan, “her şeyi hak ve hikmetle yaratan Rabbinin” hesabına oku! Bütün varlıklar üzerinde cilvelenen esmâ ve sıfatlarıyla kendini bildirmek isteyen Rabbinin nâmına oku! Kâinat kitabının sırlarını, bu muhteşem kitaptaki açık ve gizli mânâları oku! Kendini eserleriyle tanıtmak isteyen Rabbini, o yüce San’atkârı bil, tanı ve kalbinle gör!..
“… şu güzel masnûattaki hüsn-ü san'at ve ziynet-i sûret gösteriyor ki, onların San'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır.
Ve şu irade ve talep ise, o Sani’de ulvî bir muhabbet ve masnu’larında izhar ettiği kemâlât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnu’at içinde en münevver ve mükemmel fert olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.
İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'îdir. Nazarı âmm ve şuuru küllî zat ise, o San'atkâr-ı Zülcemâle muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir fert olabilir.
Şimdi iki levha, iki dâire görünüyor: Biri, gayet muhteşem, muntazam bir dâire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ’, murassâ bir levha-i san’at (esmâ dâiresi).
Diğeri, gayet münevver, müzehher bir dâire-i ubûdiyet ve gâyet vâsi, câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır—ki, ikinci dâire, bütün kuvvetiyle birinci dâirenin nâmına hareket eder (o esmâyı okur).” (18.Söz, Üçüncü Nokta)
Bu münasebetle yeri gelmişken, “ikrâ” kelimesine dâir bir husus izah edilmeli. Şöyle ki, Kur’ân-ı Hakim’de “okuma” mânâsında kullanılan iki kelimenin biri “kırae(t)” kökünden emir siğâsıyla “ikrâ” dır. Diğeri ise “tilâve(t)” kelimesinden yine emir siğâsıyla kullanılan “utlu” söyle/ifâde et mânâsında, tilâvet et. Örnek: “utlu mâ uhiye ileykel kitâb …” Sana vahyedilen Kitabı oku. (Ankebût/45) Âyetler Peygambere nasıl vahy edilmiş ise aynıyla “tebliğ et” mânâsında oku; Kur’ân’ı, mushaflardan lafzen okunduğu gibi, aynıyla indirildiği gibi, tek bir harfi bile değiştirmeden okumak. Burada “ikrâ” kelimesinin farklı bir anlam mertebesi vardır. O da belki şudur: kevnin/mevcûdatın üzerinde yazılı hakikatleri Esmâ penceresinden, nazar ve niyetiyle okuyup anlamak. Zâten “Yaratan Rabbinin adıyla/esmâsıyla oku” denmemiş miydi!..
Ve Vicdan…
Üç büyük tanıtıcıya (delile) ilâve olarak, insanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen, iyilik etmekten lezzet alan ve kötülükten elem duyan hissimiz ve mânevî âzâmız olan vicdan da katılmalıdır. Bu ulvi his, hakkı ve eşya üzerindeki mânâyı bâtıni duygularla tanıyan/anlayan insandaki en değerli lâtifedir. Diğer mânâsı ile yine Arapça “vecd” (buluş/bulmak) kökünden türemiş tâbiriyle vicdan, yâni “bulan/bulucu”.
Yaratıcı, varlığı yaratıp her şeyi kudretine boyun eğdirdiği gibi, insanı da başıboş bırakmamış (75-Kıyame/36). İnsanın kalbine/cevherine konulan vicdanıyla onu dâima kendisiyle merbut (bağlı) kılmıştır. Kalp ise âyine-i Samed’dir. Allah-u Te’âla kalplere gönderdiği ilhamlar vasıtasıyla insanla konuşur ve her dâim ona hakkı ve hakikati, güzel ve doğru olanı ihsas eder. İnsanın vicdanı –şayet tefessüh etmemişse– bu ilhamlara yöneliktir, onları bulup yakalar ve hisseder.
“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve rûhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbâniye, herbirinin bir gayât-ül gayâtı var: İradenin ibâdetullâhdır. Zihnin ma'rifetullahdır. Hissin muhabbetullahdır. Lâtifenin müşâhedetullâhtır. Takva denilen ibâdet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayât-ül gayâta sevkeder.”
Buraya kadar yazılanlardan hareketle, yaratılışın esas gâyesi, Yaratıcı’yı, akıl ve şuur sahiplerine kendi Zâtını târif edip tanıttığı isim ve sıfatlarıyla bilmektir. Çünkü insan sınırlı ve sonludur; insanın aklı ve idraki, Allah’ın Zâtını, sonsuz ve sınırsızlığını ihâtâ edemez. Bu gerçeğe binaen vahyin en yüksek mertebesindeki talebesi ve sıddıkiyet makâmının zirvesi Hazreti Ebubekir (ra) “Allah’ı zâtıyla değil, sıfatlarıyla tefekkür edip düşünün, bilip tanıyın” tavsiyesinde bulunmuştur. Bu hakikat pek çok âyette şu meâlde ders verilir: “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler O’nundur.” (A’râf/180, Ta-ha/8, Haşr/22, 23, 24 vs.)
Toparlanacak olursa, 1) Yaratılmış Kur’ân olan kâinatın üzerindeki oluş ve işleyişlerle her an gösterilen âyetler ve mânâlar bir kitap gibi okunmalı, 2) Yazılmış/indirilmiş kitap (Mushaf) olan Kur’ân-ı Hakim’in izâh ve beyânlarıyla tâlim ve tefekkür edilmeli, 3) “Yaşayan Kur’ân” veya saadetli hayatıyla “Kur’an’ı yaşamış” olan Hazreti Peygamberin (sünnetinin) mânevi rehberliğinde, öğretip gösterdiği ve yaşadığı gibi, anlaşılmalıdır.
“… O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.” (55-Rahmān/29)
Mâdem Allah kâinatta açığa çıkardığı bütün isim ve sıfatlarıyla her varlık üzerinde tasarruf etmektedir. O halde, kâmil bir imâna, zengin ve yüksek bir mârifete ermek için Allah’ı kendisini bize bildirip târif ettiği esmâsıyla bileceğiz; Her bir ismin mânâsını ve üzerine yansıdığı eşya âyinelerinde, farklı mertebeleriyle, esmânın birbirleriyle münasebetleriyle, eşyaya birden ve beraberce, âdetâ birbirlerine dolanmış gibi tecelli etmelerine rağmen hangi şeyde azam mertebede ve/ya tebei (gölgeli/perdeli) olarak hangi esmâsını gösterdiğini, hangi ismin hangi fiilde başka isim(ler)le birlikte yansımasının iktiza ettiğini veya tahrik ettiğini vs. öğrenmemiz icap eder.
Hazreti Âdem’e (as) mücmel (topluca), Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav) ise mufassal (ayrıntılı) olarak en yüksek mertebede öğretilen ve mânâları okutulan esmâ tecellilerine ve İlâhi mârifetin misâline dâir Risâlelerdeki pek çok bahisten hârika örnek:
“Rahîm ve Kerîmi, Müstağnî-yi ale'l-Itlak olan Zâtta, bu cilveye sevk eden, elbette bir terahhum, bir tahannün şe'nleridir ki, ism-i Hannân ve Rahmân'ı okutturuyor ve gösteriyor.
“Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemâl ve kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. Cemîl ismini ve Cemîl isminde münderiç olan Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemâl bizzat sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemâl dahi bizzat mahbûbdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Madem nihayetsiz derece-i kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve tahannün ister ve Rahman ve Hannan isimlerini tecellîye sevk eder.
“Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün'im isimlerini cilveye sevk eder.
“Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd ve Mârûf isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir.” (32.Söz / Birinci Mebhas)
Gösterilen görecek olanın görmesi içindir elbette. Mevzuun devamında gösterilen üzerinden dikkatli nazar sahipleri için şahit olmaları ve esmâ okumaları yapılması istenir;
“Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder, Lâtif ve Kerîm isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor.
“Lütuf ve kerem şe'nleri ise tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. Müzeyyin ve Münevvir isimlerini, masnuun hüsün ve nûraniyetli lisanıyla okutturur.
“Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktizâ eder ve Sani’ ve Muhsin isimlerini o masnuun güzel simâsıyla okutturur.
“Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm ve Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.
“O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor. Musavvir ve Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.” (32.Söz / Birinci Mebhas)
Şâhitlik (Eşhedu)
Âlemlerin Rabbinin, akıl ve şuur sahipleri tarafından bilinmek istediğini açıklamıştık. Allah, kendisini bize bildiren üç büyük tanıtıcıya ilâveten akıl ve kalp gözümüzle evrende her dâim tasarruf eden isim ve sıfatlarına şâhit olmamızı ister. Belki de “kelime-i şehâdet” ile şâhit olduğumuzu kavlen beyan ve kalben tasdik ettiğimiz şehâdetimizin sebebi ve anlamı budur. Dünya hayatında insana verilen kayıtlı ve sınırlı kabiliyetlerle Allah’ın zâtı görülemez fakat isim, sıfat, fiil ve şuunatına şâhitlik yapılır. Görüp şâhit olmaktayız ki, kevn’de mükemmel ve kusursuz bir düzen, denge ve işleyiş var. Varlıklar üzerinde O’ndan başkası asla hüküm ve tasarruf sahibi değildir. Var eden, yaratan, yaşatan, çekip çeviren vs. sadece ve sadece O’dur. İşte biz buna şâhidiz. Eşhedu …
Mânâ-yı Harfi okumalarıyla mârifete ermiş bir bakışyla eşyaya nazar edildiğinde, bir gül goncasının her bir yaprak açışındaki gibi, her bir fiilde Esmâ’nın bir yönü, bir diğer yüzü ve hakikatin bir başka mânâ mertebesi görülecektir. Esmâ’nın birbiriyle münasebeti ve eşya üzerindeki tecellisine dair bir fiilde/şeyde/hadisede âzâm mertebede tecelli eden bir ismin, başka isimleri nasıl çağrıştırdığına/gösterdiğine/etkilediğine dâir şu örnek de harikadır:
“Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakim burcunda, Rahmân ismi Kerim burcunda, Rahim ismi Gafur burcunda (yani mânâsında). Bâis ismi Vâris burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulu’ ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nûrânî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nûrlar serptiler. …
“Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz ve Musahhiru'ş-Şemsi ve'l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rubûbiyet burcunda tulû ettiler.
“Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.” (29.Mektup/5.Risale, 5.Kısım)
Hâlis bir niyetle…
Hülâsa, eşyanın hikmet ve hakikatini görmek veya göstermek için ilk adım olarak niyet’ten başlanmalı. Çünkü “niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır.” Şu halde, kâinatın her yanında “şiddet-i zuhurdan (dolayı) istitar edip” gizlenmiş örtülü hakikatleri mânâ-yı harfi ile yani harf’te (eşya üzerinde) saklı mânâları okuyabilmek için önyargıdan arınmış, hâlis bir “Niyet”le esmâ penceresinden saf ve pak “Nazar”la bakılmalı.
Asıl cevherimiz olan kalbimiz, gözün bakıp gönderdiği levha ve manzaraların şifrelerini çözerek geniş bir zâviyeden evveli, ân’ı ve sonuyla çok yönlü değerlendirsin. Nazar ettiği derûni, geniş ve derinliği anlamlandırsın ve harfin mânâsını idrak edebilsin. Bakış açımıza mânâ-yı harfi’yi, yâni, varlık âlemindeki örtülü hakikati ve gizli mânâları görebilmek niyetiyle nazar etmek üzere ince ayar çekilmeli.
“Gaybın perdeleri açılsa yakinim/imânım ziyadeleşmeyecek” diyen, okuyup yazmayı bilen, Peygamber Efendimizin (sav) “İlim Şehrinin Kapısı” diye târif ve taltif ettiği Hazreti Ali’nin (kv) “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözüyle kasd ettiği, uğruna köle olunacak “harfi öğrenme”, mânâ-yı harfi nazarıyla görülebilecek olan mânâ, hikmet ve hakikat miydi acaba? Her hususta İmam Ali’nin ve Ehl-i Beytin izinden giden, ilmi, imâni ve ictimâi meselelerde hakiki mânâsıyla Alevi ictihad ve uygulamaları rehber edinen “Bende-i Şâh-ı Merdân” (Yiğitler Şâhı’nın Hizmetkârı) Bediüzzaman Hazretlerinin “40 yıllık tahsil hayatımda öğrendim” dediği “Mânâ-yı Harfi” kavramı belki de Hazreti Ali’nin uğruna “40 yıllık köleliğe” râzı olacağı “HARFİ NAZAR” dır.
“Evet, Cenâb-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i rûhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var.
Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var.
Ve bunlardan neş'et eden, hadde gelmeyen meyiller var.
Ve bunlardan husûle gelen gayr-ı mütenâhî efkâr ve tasavvurat var.” (İ.İ’câz/4.Ayetin Tef.)
Mânâ-yı Harfi zâviyesiyle eşya üzerindeki esmânın okunması, bu niyet ve nazarla görülüp anlamlandırılması ve yorumlanması, yukarıda bahsedildiği gibi, ruhumuza ekilen ve insaniyet cevherimizde bulunan istidatlardan en saklı ve gizli meyillere kadar tüm bu özelliklerimizin esmâ tâlimleriyle beslenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu Kur’âni tavsiye ve Nebevi usûl doğrultusunda bakıp anlam(landırm)a ve yorumlama yönteminin toplumda ma’kes bulması için yapılacak pek çok iş var:
İlk önce ve evvelemirde sağlam bir zeminde, muhkem bir imân kazandıracak sahih/doğru bilgilerle din eğitiminin verilmesi gereken imam hatip okullarında, sonraki kademeleri olan İlâhiyat fakültelerinde ve hatta daha ileriki safhalarında,
Bir süredir anayasal mecburiyetle ilk, orta ve lise kademelerindeki öğrencilere verilen din ve ahlâk derslerinin ale’l usûl olmaktan çıkarılıp ciddiyetle, itinayla ve konularına göre fizik, kimya, biyoloji vs. ders kitaplarına yansıtılarak sözü edilen bakış usûlü kazandırılmalı.
Söz konusu edilen bu anlama ve anlamlandırma yöntemi, bugün özellikle genç kuşakların bağımlılık derecesindeki sanal-sosyal medyada tâkipçilerinin ilgisini çekebilecek “reels” denilen kısa videolarla güzel ve dikkat çekici görüntülerle, çarpıcı ve akılda kalıcı ifâdelerle işlenebilse, resimden müziğe, şiirden romana, plastik sanatlardan bahçe peysajlarına, hitâbetten kitâbete, mimâriden sinema-tv filmlerine kadar sanatın ve edebiyatın alanına giren pek çok sahada bu minval üzere eserler verilebilse…
Vâizler, hatipler, hoca efendiler bu alanlarda evvelâ ve ilk önce kendilerini yetiştirip câmilerdeki vaaz, hutbe ve nasihatlerine esmâ konularını ve mânâ-yı harfi ile medâr-ı bahs etseler kadın-erkek her yaştaki yetişkinler için ziyâdesiyle faydalı ve öğretici dersler olacaktır.
“Gözün nûru, nûr-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.” (İ.İ’caz/4.Ayetin Tef.)
Varlığı/eşyayı doğru okuyup sahih ve sağlam bir zemin üzerinde anlamlandırmaya dâir Kur’ân-ı Hakim ile Peygamber Efendimize (sav) öğretilen ilmin ve hikmetin nûrunu ve asr-ı saadet anlayışını bu asra taşıyan allâme Bedi’üzzaman’ın MÂNÂ-YI HARFİ diye formüle edip önerdiği, mânâyı/hakikati okuma yöntemi gözü, kulağı, aklı, kalbi, ince algı ve sâir insâni lâtifeleri terbiye metodudur ki, bu usûl ile terbiye edilen insan bakıp şâhit olduğu her şeyde, asıl gösterilmek istenen saklı/örtülü hakikati insiyâki olarak algılayıp anlayabilsin. Modern zamanların iki büyük fitnesi olan inkâr, şirk ve küfürle idlâl olmuş akıl ve zihinler, irâdeleri felç eden gayri meşru lezzet ve sefahatle iğfâl olmuş kalp ve nefisler Kur’ân-ı Hakim’in dikkat çektiği ve Hazreti Peygamberin tebliğ edip öğrettiği gibi, mânâ-yı harfi okumalarıyla iknâ, ıslâh ve tedâvi olabilsinler…
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed/24)
Ve şu duâ ile bitirelim: Allah’ım, kalbimizin, aklımızın, efkârımızın ve lâtifelerimizin kilitlerini aç ve çöz ki, Kur’ân-ı Hakim'in mânâlarını hissedip şu'r edelim, imânın esaslarını ve hakikatlerini anlayıp hikmetli kitabının sırlarını idrak edebilelim. Âmin…
(*) Başlıktaki Kur’ân tâbiri “Mushaf” anlamında değil, kelime anlamı itibariyle “okunan” demektir ve öyle anlaşılmalıdır. Yazıda da “okunan” anlamında kullanılmıştır.