Kulluğun Ruhu ve Esası

Mehmet EVREN

Saygı değer okuyucular, bu yazımızı içinde bulunduğumuz mübarek üç aylar ve geceler münasebetiyle Risale-i Nurda “Kulluğun Ruhu ve Esası” olan dua konusuna ayırdık.

Dua kelime itibarıyla, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek manalarına gelir.” İslâm literatüründe ise kulun Allah’ın azameti karşısında aczini itiraf ederek, muhabbet ve tâzim içinde lütuf ve yardım dilemesidir.

Yani, dua insanın Allah karşısında acizliğini ve fakirliğini anlayıp, aciz, fakir ve kusurdan mukaddes olan Yüce Allah’a yönelerek, ondan ihtiyaçlarını istemesidir ki, bu ise Allah’ın hoşuna giden ve rızasına vesile olan güzel bir haldir. Bu yüzden Allah duada ileri giden kullarını çok sevmiş ve taltif etmiştir. Biz de Allah taltifine ve sevgisine mazhar olmak için bu mübarek ayları ve içinde barındırdığı geceleri dualarımızla ubudiyetin bu büyük sırrına erişmeye gayret edelim. İnşallah.

Dua, Allah ile kul arasında en büyük bir iletişim ve tatlı bir diyalogdur. Aynı zamanda tevhidin en parlak bir delilidir. Bu iletişimin gerçekleşmesi için de insanın Allah’ın varlığından haberdar olması, Ona inanması ve tanımasıyla mümkündür.

Sonra varlığını benimsediği bu yüce kudret karşısında duyduğu saygı, hürmet ve ümit hisleriyle bütün arzu ve ihtiyaçlarını yerine getirecek sonsuz kudret sahibi olan biriyle irtibat ve iletişim ihtiyacını hissedecektir. Dua böyle bir irtibat neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir iletişim vasıtasıdır. Diğer bir ifadeyle dua; sınırlı, sonlu, âciz olan varlığın; sınırsız, sonsuz kudret sahibi olan Allah ile kurulan bir köprüdür. Bu sebeple insan tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır ve kalamaz. (TDV İslâm Ansiklopedisi 1994 İstanbul, Cild 9, s. 529-530)

Başka bir ifadeyle dua: Yüce Allah’a iman edip, bir teslimiyet ve kulluk şuuru içerisinde, acz, zaaf ve fakrını hissederek, ihtiyaçlarını arz etmektir. Çünkü dua, imanın neticesidir. Duanın kaynağı insandaki acz ve zaaf halidir. Fakr ve ihtiyaçlar ise duanın söz ve fiille ifade edilişidir.

Bediüzzaman Hazretleri duayı yalnızca irade sahibi varlıkların sesli bir yakarışı olarak değil, kâinattaki bütün varlıkların ortak lisanı bir olarak görmüştür. Bediüzzaman’a göre, insanı Cenâb-ı Hak’ka ulaştıran en güvenilir yol, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür yoludur.” Dua konusunu da bu dört esas çerçevesinde ele almıştır. Bazı mutasavvıfin “aşk”a dayalı yol ve dualarına karşılık O “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunu tercih etmiştir. Dedikten sonra: “Cenâb-ı Hak’ka vâsıl olacak tarikler (yollar) pek çoktur. Bütün hak tarikler (yollar) Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tariklerin (bu yolların) bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir” yani yoludur sözleriyle ifade eder. Zira aczin insanı, kulluk yoluyla “mahbubiyete” ulaştırması, “fakr”ın da Rahmân ismine kavuşturması aşk yolundan daha kolay ve daha tehlikesiz” olduğunu ifade eder. (26. Söz, Zeyl)

Cenâb-ı Hak karşısında acz ve fakrını hissetmek, duanın esasıdır. Fıtrattaki acz ve fakr duyguları-nın harekete geçirilmesi duanın gayesi olduğu gibi, insanı duaya sevk eden saik de acz ve fakrdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre ‘duanın ilk ve en önemli delili, Cenâb-ı Hakka iman etmek ve tanımaktır. Dua, imana ulaştıran bir vesile ve imanın bir neticesi ve acziyetin bir ifadesidir.’ diyor. Onun için Cenab-ı Hak; “Bana dua edin ki duanıza cevap vereyim.” buyuruyor. (Mü’min sûresi, 40/60) (23. Söz, 1. Mebhas)

Çünkü “İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği (için), Cenâb-ı Hak da (ey Resulüm), “De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkân sûresi, 25/77) ferman ediyor.

Dua, ubûdiyetin en büyük bir sırrıdır. Çünkü insan, acz ve fakrını dua ile Rabbine arz eder. Onun için hadis-i şerifte dua “ibadetin özüdür.” buyrulmaktadır. (Tirmizî, dua I) Bediüzzaman, “Dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile O’na iltica etmeli, rubûbiyetine karışmamalı.” (23. Söz, I. Mebhas) diyerek duanın, kulluğun bir sırrı olduğunu ifade eder. Yine Mektubat isimli eserinde, “Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir.” diyerek, duanın ibadetin özü olduğu hadisine bir açıklama getirir. (24. Mektup, 1. Zeyl)

Yeri gelmişken bu konuda; Alexis Carrel (alekses kerıl), “Dua, insanın durumunu arzetme, arzu ve isteklerini sıralamanın çok daha ötesinde, yücelere varan bir şeydir. İnsan, duayla her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a, O’nu sevdiğini, O’nun nimetlerine şükrettiğini ve O’nun iradesi doğrultusunda her zaman hareket etmeye hazır olduğunu gösterir.” (Dua, 1999, s.36) diyerek, duanın ubûdiyet yönüne dikkat çekmektedir.

Dua “İmanın bir Vesilesi ve Neticesidir

Dua, samimi ve katışıksız bir inancın göstergesidir. Bediüzzamanın ifadesiyle, “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (23. Söz, 5. Nokta) Aslında dualarımızla biz, beşerî arzularımızın yerine getirilmesinden ziyade, Rabbimize kulluğumuzu arz edip, O’na olan saygımızı, güvenimizi itiraf ederek, Ya Rabbi, “Ne hâlimiz varsa hepsi Sana ayân ve malum”dur mânâsını ifade eden bir acziyetin ve mahcubiyetin ifadesidir.

Bediüzzaman, duanın kulluğun ruhu ve samimi bir imanın neticesi olduğunu ise; “Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki: ‘Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksutlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de O’ndan bekliyorum, O’ndan istiyorum.” şeklinde ifade eder.”

Yine aynı konuda dua ile elde edilen sonuçları “latîf, leziz ve hazır bir meyveye” benzeterek “Dua eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli her şeye yetişir.” diyerek Cenâb-ı Hak’kın onun bütün hallerini bildiği gibi, keremiyle bütün ihtiyaçlarını da yerine getireceğini ve böylece insan, kendini Cenâb-ı Hak’kın huzurunda tasavvur ederek, tam bir teslimiyet ve gönül rahatlığıyla O’na tevekkül edip teslim olacağını belirtir.”

İnasanın asli vazifesi duadır.

Bedüzzaman hazretleri “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazifei asliyesi, iman ve duadır.” Çünkü “insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için” gönderildiğini söyler.

“Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullah” olduğunu “ve onun üssü'l esası da iman-ı billâh” olduğunu ve insanın, yaratılış gayesine ancak iman ve dua ile ulaşa bileceğini söyler. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kâ-diu'l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç oluğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani ya fiilî ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü'r-Rahîmin dergâ-hında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacatıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum" deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak ettiğini” ifade eder.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (dua edip de duasının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir.” (Taberânî, II, 795); Numan bin Beşirden rivayet edilen başka bir hadislerinde: “Dua ibadetin ta kendisidir.” (Ebu Davd, Tımizi) buyurmuş ve sonra, “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki size karşılık vereyim.’ Zira bana ibadet, yani dua etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi, 40/60) âyetini okumuştur. (Tirmizî, “Dua”, I) Duanın ubûdiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenâb-ı Hak’kın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi birçok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra duanın, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenâb-ı Hak, kullarına kendisine dua etmelerini emretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, duanın ibadet oluşunu, 23. Söz’ün Birinci Mebhas’ında şöyle açıklar: “Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, ‘küsuf ve husuf namazları’ denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i ilâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.” (Sözler, 23. Söz, I. Mebhas, 5. Nok, s:425)

Dua, ibadet olduğu için istenilen maksatlar, bazen aynıyla yerine getirilmediği gibi bazen de insana sebepler üstü bir keyfiyette lütuflar ihsan edilebilir. Duada Rabbimiz’den istediğimiz şeylerle O’nun veriş keyfiyeti arasında sebep-sonuç mülâhazasına göre bir münasebet yoktur. Müsebbibü’l-Esbab ve Kâdiu’l-Hâcât olan Cenâb-ı Allah, O’ndan güven ve itimat ederek istenildiğinde, sebeplerle tartıldığında bizim istek ve yakarışlarımızla ortaya çıkması imkânsız neticeleri, hatta bazen herhangi bir sebebe iktiran ettirmeksizin verdiği görülür. Bediüzzaman, bazen olması sebepler dairesinde kesin gibi gözüken bazen de olması imkânsız şeyler için dua edilmesinin sırrını izah ederken duanın ibadet olduğunu söyler ve “Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, O dua kabul olmadı.’ denilmez. Belki Daha duanın vakti bitmedi.’ denilir.” diyerek, dünyevi maksatların duada esas alınmaması gerektiğini vurgular. (24. Mektup, 1. Zeyl)

Çünkü “dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar, ibadet için birer vakittir. Duaların semeresi değillerdir.” Bediüzzaman’a göre, “Zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî duaların vaktidir. Bu vakitler devam ettikçe, o namazlar ve o dualara da devam edilir.” Duanın dünyevi maksatları duaların neticesi değil, bir mukaddimesi ve başlangıcıdır. (Mesnevî-i Nuriye, 10. Risale, s:292) Bediüzzaman, yağmur dualarının bazen kabul edilmemesinin hikmeti-ni izah ederken “Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer yapılan ibadetten ve kılınana namazdan dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapar; Onun vazifesine karışmayız. der. (Emirdağ Lâhikası, Cilt I, s. 56)

Acze Karşı İstinat Noktası Duadır

İnsan, fıtraten zayıf ve âciz olarak yaratılmış bir varlıktır. İnsanın bu yönüne birçok yabancı yazar dikkat çekmiştir. Ünlü Fransız yazarlarından Montaigne (Monteyn), “Ne kadar bilge olmak istesek de sonuçta insanız. İnsandan daha dayanıksız, daha sefil ve daha hiç ne var ki?” diyerek, insandaki zayıflık halinin fıtriliğini nazara verir. Sponville, ise “İnsanın kendi güçsüzlüğünü ve zaafını bilmesi büyük bir erdem ve fazilettir. Kibirlenmek ise bilgisizlikten kaynaklanır. Kendini bilen, alçakgönüllü ve mütevazı olur. Yaratıcısına karşı kibirlenen insan ise ya O’nu bilmiyordur ya da kendini tanımıyordur.” der. (Sponville, s.184)

Bediüzzaman Hazretleri, insanın iktidar yönüyle çok zayıf olduğunu, her şeyin “acz, ihtiyaç, samimî istemek ve fiilî dua”ya dayandığını söyler. Ona göre dış âlemde tabiat fikri, insanların sapmalarına nasıl sebebiyet veriyorsa iç âlemde de “ben/ene” duygusunun bütün sapmaların menşei olduğunu şöyle ifade eder: “Zaten ben, nasıl tabiatı icat itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de beşerî gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum.” der. Konunun devamında, Kur’ân’ın feyzi ve Risale-i Nur’un delilleriyle evvelâ kendi nefsinde, sonra da herkesteki benlik ve iktidarın Cenâb-ı Hakk’ın icat, ihsan ve tevfikinin yalnızca bir perdesi olduklarını aynelyakîn gibi kesin olarak bildiğini söyler. (Emirdağ Lâhikası, II, s. 538) Böylece insan tabiatında asıl olanın acz ve zaaf olduğunu belirten Bediüzzaman, “Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 141) diyerek, dua ve yakarışın kaynağında sürekli değişmez bu acz hali olduğunu ifade eder.

İnsandaki bu zayıflık hali, yaratıcının karşısında hissedildiğinde bir mânâ ifade eder. Aksi halde ümitsizliğin, ye’s ve kederin kaynağı olur. Bu sebeple acz, başkalarına halini şikâyete değil duaya vesile olmalıdır. Bu takdirde acz, büyük bir güç olur. Bediüzzaman, insanın acz ve zayıflığındaki bu gücü anlatmak için nazlı bir çocuk örneğini verir. Çocuğun “zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp dua etse, aczini bilip istimdat etse, metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle, aşr-ı mişarına (yüzde birine) muvaffak olamaz.” Çocuk ağladığı zaman istediği kendisine hemen verilir. Kendisinden çok daha kuvvetli ve güçlü olan anne-babası, hatta ev halkı bile çocuk ağladığı zaman âdeta etrafında pervane olup emrine girerler. Böylece çocuk, kendi azıcık kuvvetiyle elde edemeyeceği birçok şeyi ağlamasıyla kolaylıkla elde eder. Yani bir noktada duasıyla ve anne-babanın şefkatiyle elde eder. “Demek ki, saltanat-ı insaniyet, celp ve gasp etmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi, şefkat ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki, eşyayı insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir kurttan (ipek böceğinden) ipeği giydiren ve bir böcekten (bal arısından) balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i rabbânîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir.” İnsanın gücü ve kuvveti değildir. (23. Söz, İkinci Mebhas, 4. Nükte (s:439)

Bediüzzaman Hazretleri, 23. Söz’ün Birinci Mebhası’nda duanın insana kazandırdığı kuvveti açıklarken, “İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra duadır.” der. Dua ise ubûdiyetin esasıdır. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği meramını ya da arzusunu elde etmek için acz lisanıyla ya ağlayarak fiilî ya da isteyerek kavlî bir dua etse maksuduna muvaffak olur. Öyle de insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîm’in dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmesi gerekir ki fıtratındaki eksiklikleri kuvvete çevirebilsin.

Acz ve zaaf, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecelli etmelerine birer ayna ve sebep oldukları için insanı güçlü kılar ve insanın sürekli ibadet halinde olmasını sağlar: “Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin.” (25. Lem’a, 12. Deva) İnsanın fıtratındaki acz ve fakr, O’nun rahmet hazinelerine açılan iki küçük pencere gibidirler. Bu pencereler vasıtasıyla Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının insan üzerinde tecelli edişi hakkında Bediüzzaman, “Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.” der. (33. Söz, 31. Pencere)

İnsandaki acz ve zaaf hali, duanın makbul ve tesirli olması için en önemli vesilelerdir. Bu sebeple hastaların, elden ayaktan düşmüş ihtiyarların ve çaresizlerin dualarının makbul olduğu bildirilmiştir. Oruçlunun duasının kabul edilmesinin bir sebebi de oruç esnasında açlığın getirdiği acz ve zaaftır. Bediüzzaman Hazretleri, “Bu Ramazan-ı Şerifte acz ve zaafı ve fakr ve ihtiyacı tam hissedip Cenâb-ı Hak’ka iltica etmek, bu surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münâcâtların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı ilâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve duada ve münâcâtta şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor.” diyerek Ramazan’da yapılan duaların kabul edilmesinin sebebini izah eder. Sahabelerin ibadetlerine ve dualarına yetişilemediğinin sebebi, “O inkılâb-ı azîmin tarrakası (gümbürtüsü ve çalkantısı) altında bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesinin uyandırılmış” ve yaşanmış olmasıdır. der. (27.Söz)

Fakra Karşı İstimdat Noktası Duadır

İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur. Hayallerinin ulaştığı yere kadar uzanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İnsan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever.” Kâinatla bu derece alâkalı olan insanın “Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zât olabilir ki, umum kâinat O’nun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir.” Müminler için makbul bir dua olduğu hadis-i şerifte bildirilen (Taberânî, II, 838) Hazret-i Yunus’un (aleyhisselâm), balığın karnında yaptığı, “(Sonra karanlıklar içinde şöyle yalvarmıştı:) Ya Rabbî! Sensin yegâne İlâh, Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu ben kendime zulmedenlerden oldum. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ sûresi, 21/87) dua ve münâcâtı, sebeplerin sukût ettiği (tamamen sustuğu) yerde, sebepleri de yaratan Cenâb-ı Hak’ka hâlis duasından dolayı kabul görmüştür. O halde biz de “aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zât olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arz’dan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek. Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak -hâşâ- Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, O’nun izin ve iradesi olmadan imdat edemez ve halâskâr olamaz.” (1. Lem’a)

nsanın ihtiyaçlarını sadece Cenâb-ı Hak karşılayabileceği gibi, elem ve kederlerini da yine O giderir. Zira insan ruhu, “Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz âdânın hücumuna hedeftir.” Allah’a iman, ona “bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını açar ve bütün âdâsının şerrinden emin edecek bir Kudret-i Mutlaka’nın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder.” Böylece insan ruhu kuvvetli bir dayanak ve yardım isteme mercii bularak “kalbi, vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtularak”, bitip tükenmeyen bir ferah ve sürekli bir sevinç kazanır. (20. Mektup, 1. Makam) İnsanın bütün ihtiyaçlarını karşılayıp onu sürekli mutlu edebilecek yalnızca Allah Teâlâ’dır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini, korkularınızdan emin kılmasını isteyin.” (Taberânî, II, 787) buyurmuştur. Bu sebeple Bediüzzaman tam bir teslimiyet içinde şöyle seslenir: “Hiçbir şeyi dualarıma, taleplerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâl’e dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır. Ve keza, kalbime vâki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kâdir olan Zât-ı Akdes’den maada kimseye ibadet etmiyorum.’ (Nur'un İlk Kapısı, 9. Ders (s:59)

Acz ve fakrın duanın iki önemli esası olduğunu sürekli vurgulayan Bediüzzaman Hazretleri, “Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve de,

"Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl'dir." (Âl-i İmrân Sûresi, Ayet 173.) yüksel. (23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte (s:439) diyerek, duada acz ve fakrın kulluk şuurunun yerleşmesinde ne derece önemli olduğuna dikkat çekmiş ve dualarında şöyle yakarmıştır: “Yâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim (bütün birikimim) fâkatimdir (yoksulluğumdur). Vesîlem, fıkdan-ı hile (hilesizliğim) ve fakrımdır. Hazinem aczimdir. Re’sülmâlim (sermayem), emellerimdir. Şefîim, Habîbin (a.s.m) ve rahmetindir. Affeyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 141)

Sonuç olarak

Yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, ümitsizlik, gelecek korkusu gibi çağımız insanının problemlerinin aşılması, insan fıtratının tanınmasıyla mümkündür. Yaratılışın tesadüflere havale edilmesi, insanın başıboş ve gayesiz tasavvur edilmesi sonucunda ortaya çıkan psikolojik ve vicdani problemleri aşmanın yegâne yolu insanın tanınmasıdır. Dâhilerin, dünya nimetlerinden en çok istifade eden mal, mülk ve makam sahiplerinin, psikolojik sıkıntıları ve buhranları aşamadıkları, hatta bu kabil problemlerle en fazla onların karşılaştığı görülmektedir. Hâlbuki insan Cenâb-ı Hak’ka kul olduğunu kabul etse, iman ile O’na teslim olsa, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman onun için bir mana kazanacak. Bunun sonucunda gelecek endişesi kalkacak, yaşadığı sıkıntılardan kurtulacaktır. O zaman sadece Allah’a kul köle olduğunu bilecek fakat başkalarına kul köle olmaktan kurtulacak, hürriyetine kavuşacak; hayatın anlamını idrak edecek ve rahatlayacaktır.

Cenab-ı Hakka teslimiyetin ve kulluğun en halis şekillerinden birisi duadır. Dua, sebeplerin bittiği insanın çaresiz kaldığı durumlarda bile her şeyi Allah’tan bekleme ve O’na sığınma duygusuyla insanı çaresizlikten kurtarmakta, ona önünde daima açık bir kapı bulunduğunu hatırlatmaktadır. Mevlanâ Câmi’nin, “Bir’i iste, başkaları istenmeye değmiyor; Bir’i çağır başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.” (17. Söz, 2. Makam) sözleriyle ifade ettiği her duayı duyan, her ihtiyaca cevap veren bir Rabb-i Rahîmimizin bulunduğu gerçeğine inanmak, her dönemde insanoğlunun en büyük dayanağı ve ümit kaynağı olmuştur.

Ubûdiyetin her an hissedilmesi ve hayatın kulluk şuuruyla tanzim edilmesi ve hayatın anlam kazanması ancak dua ile mümkündür. İnsan, kendi fıtratını ve hayatın anlamını pratik olarak yalnızca dua ile keşfedebilir. Nitekim ünlü hekim Alexis Carrel, “Dua ortamında insan kendini olduğu gibi görür, kendine gelir. Hırsını, hatalarını, eğri düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.” (S. 45) diyerek duanın ahlâkın güzelleşmesinde önemli bir saik olduğunu vurgular. Ahlâk, dua ile tekâmül eder. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” (26. Söz, İkinci Mebhas) ifadeleriyle belirtir. İnsanın cüz’î iradesinin yaratıcılık gücü yoktur. Matüridîlere göre insan iradesi yalnızca hayra ya da şerre meyledebilir. İnsanın hayra meyletmesinde duanın ciddî tesiri vardır. Bu meyelanın ortaya çıkmasında da Cenâb-ı Hak’kın irade ve kudretinin aslî rolü çok önemlidir.

Bediüzzaman Hazretleri, dua ve ibadetlerin yerine getirilmesinde aşk yerine acz ve fakrı hareket noktası olarak almıştır. Zira o, Cenâb-ı Hak’ka olan ihtiyaçların hissedilmesinin insanı kademe kademe Cenab-ı Hakkın Esma ve sıfatlarına ulaştıracağını, acz ve fakrın şuurunda olarak yapılan dua ve ibadetlerin, aşkı da içine alan bir yol olduğunu ifade etmiştir. “İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile bin bir esmâ-i ilâhiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.” sözleriyle bu gerçeği ifade eder. Yani ihtiyaçlar insanı iştiyaka, katmerli iştiyak muhabbete, katmerli muhabbet ise aşka götürür. Yine bu hakikati bir başka yerde şöyle açıklar: “Bazen insan, câmiiyet-i mahiyeti cihetiyle hadsiz ihtiyacât noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın “in’âm edici” unvanı ve “kerîm” ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zâtı o unvanla seversin. Öyle de yalnız Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mümin âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envâıyla ve Cennet’te envâ-ı lezâizle ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesut ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm unvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin.” (32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas)

Onun içindir ki, “İman, duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, "Duanız olmazsa ne ehe ehemmiyetiniz var?" meâlinde, ferman ediyor. (Furkan Sûresi, 25:77) Hem Mü'min Sûresi, 60. Ayette, "Bana dua edin, size cevap vereyim." emrediyor.

Evet, Allah katında bizim ehemmiyetimiz, değerimiz duamız sayesindedir. Duamız yoksa bir değerimiz de yok demektir. Onun için başta peygamberler olmak üzere Allah'ın bütün sevgili kulları duadan bir an bile uzak kalmamışlardır.

Bu sebeple Kuran’da adı geçen peygamberler anlatılırken kendileriyle bütünleşmiş duaları nazara verilir ve onların dua insanları olduklarını görürüz. Hz. Âdem (as) dua eder hatası affedilir. Hz. Musa (asm) dua eder Firavun belasından kurtulur. Hz. Yunus (as) duasıyla balığın karnından kurtulur. Hz. Eyyub (as) yaptığı mücerreb ve tesirli duasıyla şifa bulur. Hz. İbrahim (as) oğlu İsmaille birlikte Kâbe’yi inşa ederlerken Kur’an’ı Kerimde geçen “Rabbimiz, beni de oğlum İsmail’i de sana teslim olmuş Müslümanlar eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet getir… Rabbimiz, o ümmete kendi içlerinden bir resul gönder ki, senin ayetlerini onlara okusun, onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları kötülüklerden arındırsın.” (Bakar 128, 129. ayetler) duasıyla dua eder, nesiller sonra duası kabul edilir. Kâinatın Efendisi (asm) diyecektir ki, "Ben dedem İbrahim’in duasıyım…”

Onun içindir ki, Efendimiz (a.s.m.) ‘ben atam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annemin rüyasıyım. Annem rüyasında kendisinden bir nur çıktığını ve Bizans saraylarını, doğuyu ve batıyı aydınlattığını görmüştü’ buyurmuşlar. (Müsned).

İbrahim’in duasından maksat ise onun, Kuranı Kerim’in bize naklettiği, oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa ederlerken yaptığı şu duasıdır: ‘Rabbimiz, beni de oğlum İsmail’i de sana teslim olmuş Müslümanlar eyle, zürriyetimizden de sana teslim olan bir ümmet getir… Rabbimiz, o ümmete kendi içlerinden bir resul gönder ki, senin ayetlerini onlara okusun, onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları kötülüklerden arındırsın. (Bakara 128, 129).

İsa’nın (a.s) müjdesi olması da: ‘Hani Meryem oğlu İsa demişti ki, ey İsraîl oğulları! Ben Allah’ın size gönderdiği elçisiyim, önümdeki Tevrat’ın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek bir elçinin de müjdecisi olarak geldim, o elçinin ismi Ahmed’dir… Ayet-i kerimedeki anlatılandır. (Saf Suresi 6. Ayet).

Cenab-ı Hak bu mübarek üç ayları ve geceleri ibadet ve duayla dolu dolu geçirmeyi nasib eylesin. Âmin!..

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.