Mehmet Kırkıncı anlatıyor: Erzurum’daki ilk Risale-i Nur Dershanesi nasıl açıldı?

Üstada mektup yoluyla dedim ki; “Üstadım, bizim elimizden kimse bu Risale-i Nurları almıyor, beceremiyoruz.”

Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın 4. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org

ERZURUM’DAKİ İLK NUR DERSHANESİ

1950’lerde Erzurum’da bir kaç tane nur talebesi var ve kaçak göçek bir medreseleri de mevcut. Hocam diyor ki; “bir göz bir bina. Kiralıktı. Sobayı, borularını zar zor etraftan bulup getirmiştik. Sobayı yaktığımızda bir müddet dumandan dolayı odadan çıkmak gerekirdi. Baca çeksin de, içeride oturabilelim.”

Bir gün İbrahim Arı diye yaşlı bir zat hocamı ziyaret ediyor. Hocama diyor ki; “Ben Üstadı ziyarete gittim. Üstad sizden bahsetti. Ben de tanımayınca, çok utandım. Bundan sonra ben de derslere gidip geleyim” diyor.

İbrahim amca medresenin o mütevazi halini de görüyor. Kendisi de Taş Mağazalarda esnaf. Durumu da iyi. Hemen gidiyor yeni bir soba, borular, kömür ve bir de kilim getiriyor. “O zaman bu durum bize çok lüks gelmişti” diyor hocam.

Yani Arı ailesini Risale-i Nur’a kazandıran hocam değil bizzat Üstad.

Hocamın müftülerle arası iyi olduğu için önce Darağaç camiinde, sonra Kurşunlu Caminin eski medreselerinde Arabi ilimleri okutmayı ve sohbetleri sürdürürken, diğer yandan Şercil Polat abilerle Risale-i Nur derslerine devam ediyor.

Not: Hocamız bir dersinde o günlere ait şöyle bir hatırasını anlatmaktadır; “Burada Taşmağazaların üstünden Şafiiler mescidi var, merdivenle çıkılıyor. Oranın imamı bizim akraba idi. Ben sabah namazında oraya gidiyor, benden Arapça ders alan talebeleri orada okutuyordum. Bir gün yine oraya giderken karanlıkta karşıma beyaz elbiseli çok babayiğit bir adam çıktı. Beni bir sıktı, dedi ki; "bana bir sadaka ver." O zaman da sarı 25 kuruşlar vardı. Ekmeğin teki 12.5 kuruştu. Benim de yanında sadece bir sarı yirmi beş kuruşum var. Korktum, çıkardım onu ona verdim. Adam hiçbir şey demeden çekti gitti.

Neyse dersi okuduk, saat sekiz oldu. Bizim ev o zaman Gül Ahmet'deydi. Eve gelir kahvaltımı yapar, tekrar medreseye dönerdim. Orada merdivenlerden iniyordum, baktım ileride bir askeri cemse var, onu geçeyim derken hızlıca koşuyordum ki bir askeri cip beni itti, geçti. Bir arabaya baktım, bir kendime. "Sadaka belayı def eder, ömrü ziyadeleştirir." (Mecmaü'z-Zevaid, III/63)

Not:2: Hocamız bir derste o günleri şöyle anlatır; “Üstad “Risale-i Nurları etrafa okuyun, anlatın, dağıtın” diye haber göndermişti. Etrafımızda kimse yoktu. Kime gitsek karşı çıkıyor; “bu ne? Yeni bir mezhep mi, din mi, tarikat mı” diye hücumlar ediyorlardı. Neler gördük neler.

“Hele bir okuyalım, bir dinleyin, bir anlayın” diyoruz, kabul etmiyorlardı. Çok zorluklar çektik. Ta 55’lere ve daha da ilerilere kadar üç beş kişiyi geçemedik yani. Beş on kişiden ibaret kaldık.

Üstada mektup yoluyla dedim ki; “Üstadım, bizim elimizden kimse bu Risale-i Nurları almıyor, beceremiyoruz.”

Üstad cevab gönderdi; “Bir şehirde bir talebe parmakla gösterilse ki “bu nur talebesidir”, o memleket benimdir.”

Bu cevapla bir daha aşka, şevke geldik. “Ula biz bir kişi değil, beş altı kişiyiz.” En akıllımız Şercil ağabey. Hani Nasreddin Hocaya sormuşlar, “senin en akıllı oğlun hangisi?” Demiş; “en akıllı oğlum değirmene yoğurt dökmeye gitti.” Bizim de en akıllımız Şercil ağabey. Ne yapalım diye düşündük, dedi ki; “Ya, Mevlüt bahanesiyle milleti toplayalım da Risale okuyalım.” Mevlit deyince insanlar geliyordu ama derste uyuyorlar, hiç dinlemiyorlar, çaylarını içip gidiyorlardı. Bu durumdan öyle rahatsız oluyorduk ki.

Mukaddes bir gündü, Mirac gecesi miydi neydi? O zaman Allah rahmet eylesin Kamil Sirkeci bey vardı. O da o zamanlar Risale-i Nurları tanımıştı. Onun da bizlere çok yardımı oldu.

O gece için de dedik ki; “Milleti yine mevlid diye toplayalım da Risale-i Nur okuyalım.” Bölgedeki çeşitli camilere dağıldık, camiden çıkanları geceyi kutlamaya davet ettik. Terzi Lütfü Efendi: “Ben de Kadana Camii’ne gideyim” dedi ve yatsı namazına Kadana Camiine gitti. Cemaat içerisinde bir de binbaşı varmış. Lütfü Efendi namazdan çıkarken onu da davet etmiş. Binbaşı ile birlikte derse geldiler. Resmî elbisesi üzerindeydi.

Kamil efendi o gün hamamı paydos etmiş, içerisine sergiler sermiş, ders için hazırlamıştı. Her yer tıklım tıklım doldu. Şimdi bizden Mevlid bekliyorlar. Allah selamet versin Vahdettin Hızıroğlu’nun eline kitabı verdim, 11. Lem’ayı (Sünnet-i Seniyye Risalesi) orada Mevlid diye okuduk. Millet öyle bir aşka geldi ki. Onlar aşka geldikçe biz de seviniyoruz.

Lütfü Efendi, binbaşıyı uğurlarken dersi nasıl bulduğunu sormuş. Binbaşı da:

Efendi, Allah senden razı olsun. İçimde öyle bir zevk var ki, bu zevki sana anlatamam. Nasıl sünneti anlatmak bu? Nasıl Peygamberi anlatmak. İlk defa kulaklarım duydu. Peygamberi peygamber olarak bilirdim ama bir de anlamak lazım. Burada Peygamberimi anladım. Sünnet nedir onun değerini anladım. İçimde öyle bir zevk var ki, sabah tabura gittiğimde, taburdaki arkadaşlar bunu bilseler, beni keser, bu zevki içimden alırlar.” (Salih Okur)

ERZURUM ÜNİVERSİTESİNİN AÇILMASI

Demokrat Parti’nin son senelerinde Van’da bir üniversite açılması gündeme geliyor. Vanlılar bu üniversitenin Van’da açılmaması için kamuoyu oluşturuyorlar, siyasi baskı yapıyorlar, bunun üzerine de hükümet, merkezi Erzurum’a kaydırıyor.

Erzurumlular da “Üniversite gelirse kampüs olacak, kampüste bayan erkek karışık olacak, şehrimizin ahlakı bozulacak” diye aleyhte kamuoyu oluşturmaya başlıyorlar.

Hocam diyor ki; “biz de gücümüzün yettiğince aleyhte kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Milletvekillerine ulaşmaya çalışıyoruz. O arada Şercil ağabey ile aklımıza geldi ki, “bu üniversitenin burada açılmaması için Üstad’dan dua isteyelim” diye Üstada bir mektup yazmaya karar verdik. Biz mektubu yazdık. Üstad’dan cevap geldi; “aman aman ora benim üniversitem olacak.” Biz bu cevaba hem şaşırdık, hem de öyle sevindik ki, bu sefer üniversite kurulsun diye kamuoyu oluşturmaya başladık.” Hocam bazen bu meseleyi anlatırken derdi ki; “hele bizim ufkumuza bak, hele Üstadın ufkuna bak.”

Üniversite kurulunca, biz Üstadın sözlerinden heveslenerek bir teksir makinası aldık. Gençler için risalelerden imani bahisleri toplayarak, teksir makinası ile çoğalttık.

Bir fayton kiraladık, Şercil ağabeye verdik. Şercil ağabey üniversitenin kapısında bu teksirleri öğrencilere dağıtmaya başladı. Tabii hemen tutuklandı.

Bunun üzerine bunun öyle hemen olmayacağını, zamanı zemini olduğunu düşünerek, üniversite talebelerinin gelebileceği bir dershane açmaya karar verdik.”

Not: Merhum Hocamız bir derste şöyle diyor; “Altmışlı yıllardı. Buradaki Üniversitede Marksist zihniyet hâkimdi. Üniversitedeki talebeler de bizim medresenin yerini öğrenmişlerdi. Ara sıra “size sorularımız var” diye haber gönderiyorlardı. Biz de “buyurun gelin” diyorduk.

Bir gün öğle namazına yakın bir grup üniversite talebesi geldiler. Ellerinde yazdıkları sorular vardı. Onlara dedim ki, “siz oturun çayınızı için. Biz namaz kılacağız. Siz namaz kılmamaktan dolayı rahatsız olmayın. Namazdan sonra suallerinizi sorarsınız” dedim. Havayı yumuşatmak için de “bilirsek cevap veririz. Bilmezsek de, siz bilmeyince ayıp olmuyor da, biz de bilmezsek ayıp olmaz” dedim.

Namaz kıldık. Dedim, “bizim bir âdetimiz var. Namazdan sonra ufak bir ders okuruz. Siz çaylarınıza devam edin, dersten sonra sorularınızı cevaplarınız” dedim. Burayı (33. Söz) Vahdettin Hızıroğlu’na okuttum, izah ettim. Dedim ki, “benzemeyenler sadece insanlar mı? Hayvanlara bakın tıpatıp birbirine uymuyor. Ağaçlar öyle, yapraklar öyle. Bu nasıl bir ilmin neticesi” filan diye izah ediyorum.

Dersi bitirdikten sonra “sorun bakalım sorularınızı” dedim. “Sorumuz yok” dediler. Israr ettim, “biz hep cevaplarımızı bu dersle aldık” dediler.

Hocamız bir başka dersinde de üniversite ile alakalı şunları anlatıyor; “Bir zamanlar Kurşunlu Camii imamı rahmetli İnam Hocanın arkasında Cuma namazını kılar, benim orada Arapça okuttuğum talebelerin medresesinde Risale dersi okurduk. O Camiye de her Cuma bir profesör geliyordu. Dediler ki; “bu profesör namazlarını kılıyor.” Öyle sevindik ki. O yıllarda Üniversitede bir profesörün namaz kılması çok büyük bir şeydi.

“İsmi nedir” dedik, “Lütfü Ülkümen, kendisi Ziraat Fakültesinde hoca” dediler. Bizim bu Necati Yıldız beylerin filan hocaları.

Bir gün yine biz oturmuş ders okuyorduk. Bir arkadaş okuyor, ben de izah ediyordum, 5-10 kişi vardık. Birden kapı açıldı, Lütfü bey, lenger gibi bir şapkayla içeri girdi. Rengim kaçtı, “Eyvah, gördü bizi” dedim. Hiç müsaade istemeden içeri adımını attı, kapıyı örttü, geldi oturdu.

Böyle baktım, içimden “ne olursa olsun, dersimizi okuyalım” dedim. Dersi okuduk. Dersin sonunda Fatiha çekince o da ellerini açtı, Fatiha’yı okudu. Ellerini yüzüne sürdü. Başını sallayarak “anladım” dedi. “Ehh ne anladın” dedik. “Anladım, anladım” dedi. Kalbim küt küt vuruyor. “Beyefendi ne anladın” dedim. “Anladım ki bu memleketin kurtulması mukadder ise, bu çocuklar kurtaracak” demesin mi? Öyle sevindim ki.

“Peki, bunu nereden anladın?” dedim. Dedi ki; “Ders kuvvetli. Bunlar hasbi.”

O sıralar Alaaddin Beyler talebeydi. Bir gün Alaaddin Bey dedi ki; “Hocam bize bir imam ver, bize üniversitede teravih kıldırsın.” Yeğenağa Camii imamı, şimdi emekli oldu Hafız Hatem Hocayı çağırdım, kendisi yanımda okuyordu; “Ya Hafız, git bunlara Teravih namazını kıldır.” Kabul etti.

Sonra Hacı Süleyman Arı’ya gittim. Dedim ki; “Şu Lütfü Ülkümen’i bir iftara davet edemez misin?” “Ederim hocam” dedi. Süleyman beyin evinde bir iftarda Lütfü beyle oturduk, konuşuyoruz. Sohbet sırasında dedim ki; “Fakültede bizim çocuklar var. Onlara ufak bir mescit yapamaz mısın, orada namazlarını kılsınlar.” “Ne mescidi, cami yaparım” dedi. Süleyman efendi’ye “sen bir cami derneği kur, camiyi yapalım” dedi. “Süleyman Efendi, daha durma, hemen başla” dedim.

Sabahtan Tenekeci Mehmed Efendi’yi Cemil Gülakar Efendi’yi sesledik, derneği kurduk. Böylece Üniversite Camiine başlanmış oldu.” (Salih Okur)

Hocamız bir dersinde şöyle demektedir; “Eski yıllarda bir gün kulağıma geldi; “hocam, bu Alaaddin bey, Şener bey, Necati bey vs. bunlar katiyyen üniversiteyi bitirmezler.” ‘Niye bitiremezler’ dedim. ‘Aha haklarındaki dosyalar, bunları katiyyen mezun etmezler.’

Öyle rahatsız oldum ki. Kendilerine de bir şey söyleyemiyorum. Kendi kendime diyorum ki “yahu şimdi bunlar üniversiteyi bitiremezlerse ben töhmet altında kalacağım.”

Üniversiteyi bitirdiler. Dedim “elhamdülillah.” Bu sefer dediler ki “bunlar katiyyen asistan olamazlar, işte dosyaları.” Neyse, asistan da oldular, oradan da kurtardık.

“Doçent olamazlar” oldular, “Profesör olamazlar” oldular. Yalandan yere telaşlanmışım. Risale-i Nur, eteğinden tutanı yerde bırakmaz. (Salih Okur)

Devam edecek

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri