Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın 9. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org
MEHMET KIRKINCI HOCANIN DERSLERİNDEN
Diyanet İşleri eski başkanı Mehmed Görmez bey, hocamı ziyarete gelmişti. Orada dedi ki; “Hocam, ben talebeyken bir gün Erzurum’a bir imtihan için gelmiştim. Antep’ten Nazım ağabeyin referansıyla gelmiştim. Burada bir sohbetinize iştirak etmiştim. Sohbet esnasında birden dizlerinizin üzerine kalkıp iki ellerinizi ileri atıp meseleleri anlatmanızdan çok etkilenmiştim, bugünkü gibi gözümün önünde” demişti.
Not: Hocamız bir derste şöyle diyor; “Belki 20-30 sene oldu. Bir gece bir yerde bir ders okuduk. Ders de uzun sürdü. Orada bir misafir vardı. Dersten sonra o misafir yanıma geldi. Dedi ki; “ben burada yedek subayım. Hayret ettim, ders iki saate yakın sürdü de, kimse uyumadı. Bu nasıl bir ders idi, hayret ettim. Hâlbuki bir mesele kırk dakikadan fazla okunsa insan dinleyemez olur, dikkati dağılır, ama bu cemaati öyle görmedim” dedi.”(Salih Okur)
...Bu vesileyle komik bir hatıra anlatayım; Hocam ders yaparken bazen çok heyecanlanır, koltuktan ayağa kalkardı. Bir gün yine fırladı; “arkadaşlar ne yapıyoruz, dünya nereye gidiyor, bak hesap var, ahireti unutmamak lazım” filan derken, konu nerden geldiyse, heyecanlanıp ayağa fırladı. Meğer tam o sırada kemerinin demiri kopmuş. Ben de en önde oturuyorum, salon da tıklım tıklım dolu. Bir ayağa kalkmasıyla pantol bir düştü. Altta potur var.
Ama hocam çok çevik bir hareketle hiç telaşlanmadan pantolonun hem sağ hem sol tarafından tuttu. Bizim genç tayfada ufak bir gülme oldu ama hiç istifini bozmadı, hiçbir panik olmadan konuşmasını sertlikle bitirdi. Oturdu, yeleğini çekti, hiçbir hareket yapmadı. Ders bitti, oturdu kemerini bağlayacak, baktı ki kemer kopmuş, kemer sıkı olunca demek ki düğmeyi de açmış. Neyse düğmeyi bağladı, sonra gittik, yeni bir kemer aldık.
Not: Hocamızın tefekkür boyutuna bir derste verdiği bir misalle işaret edelim; “Bir zaman, 20 sene kadar evvel, tıp ilmiyle alakadar bir zat derse geldi. Ona dedim ki; “Bir günde dünya üzerinde ne kadar insan doğuyor?” “500 bin küsur insan doğuyor” dedi. “Hesap et bakalım saniyeye ne kadar insan düşüyor?” dedim. Hesap etti, “altı insan düşüyor” dedi. “şimdi” dedim “Allah saniyede altı insan mı yaratıyor yahu” dedim. “Bunu hiç düşünmemiştim” dedi. “Ehh” dedim, “en az da altı keçi vardır, en az altı tane de deve, altı da diğerleri. Hele bir bak yahu, zamansız, müddetsiz yaratıyor, zaman çıktı aradan, müddet çıktı.” (Salih Okur)
“EN KÖTÜ DEVLET, DEVLETSİZLİKTEN İYİDİR”
Hocam şu sözü çok tekrarlardı; “En kötü devlet, devletsizlikten iyidir.” Ben o zaman küçüktüm, kendi kendime derdim; “yahu kaçak göçek, gizli ders yapıyoruz, hocam niye böyle diyor?” Sonra Irak meselesi çıkınca, bu sözü daha iyi anladık.
İTTİHAD-I İSLAM NE ZAMAN OLACAK?
1960’ların sonları olmalı. Ya Hac’da ya da burada bir toplantıda hocam dünyanın değişik yerlerinden İslam alimleri ile bir araya geliyor. Orada soruyorlar; “Hocam, ne zaman İttihad-ı İslam gerçekleşecek” diyorlar.
Hocam; “Ne zaman İslam ülkeleri Risale-i Nur’un mantığını anlarlarsa, o zaman İttihad-ı İslam olur, sadece Türkiye’nin anlaması ile olmaz” diyor.
MESLEĞİMİZLE NUR MESLEĞİNİ HİÇ KARIŞTIRMADIK
Hocamdan ara sıra şu mealde ifadeler de duyardık; “bakın arkadaşlar, Bediüzzaman’ın cümleleri orjinal, ifadeleri orjinal. Biz de mesleğimizle Risale-i Nur mesleğini hiç karıştırmadık.”
İlk başta ben bu sözü hiç anlamıyordum, kendi kendime “Hocamın mesleği nedir, marangoz mu mesela? Duvar ustası mı? Ne ki bunun mesleği? Nedir ki onu Risale mesleği ile karıştırmamış?”
Yaşım ilerledikçe anladım ki, Risale-i Nur başka bir bakış açısı ortaya koymuş. Farklı bir ilim mantığı ortaya koymuş. Hani Üstad diyor ya; “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.” (Mektubat, s. 23)
Orada ayrı bir metod başlatmış. Hocam başlatılan metodu kendi mesleği ile karıştırmamış. Yani bir yerden mesleği olan eski usul medrese eğitimini öğretmeyi terk etmemiş, ama Risale-i Nur’da bu metodu hiç uygulamamış. Risale-i Nur hizmet metodunu Üstad nasıl kurmuşsa o metoda riayet etmiş, ona göre davranmış.
İZAH MESELESİNDE BİR ÖLÇÜ
Bir gün hocam, o zaman Erzurum vakıflarından olan merhum Nureddin Yaşar ağabeye kızmıştı. Nureddin ağabey Türkiye’yi dolaşmış, derslerde Erzurum tarzı izah etmiş, tepki de çekmişti. Ben, Şercil ağabey ve Hacı Kemal Boynukalın ağabey Kümbet’te iken, hocam biraz da sert bir ses tonuyla;
-Ya Nureddin, bak gittin, her tarafta izah ettin. Ya Isparta’da niye izah ediyorsun? Bizi Türkiye ile kavga ettirmeye gerek yok ki. İnsanlar hizmet mi etsinler, böyle kavga ile mi uğraşsınlar? Ne lüzum var, milletin rahatsız olduğu şeyi yapıyorsun?” demişti.
Bir zaman Türkiye büyük meşveretinde bu izah meselesi ortaya atılıyor. Büyük ağabeyler de orada. Herkes konuşuyor. Hocam da elinde tesbih, sessizce dinliyor.
En sonunda; “hocam, sen bu mesele hakkında ne diyorsun” diye soruyorlar. Hocam da diyor ki; “Benim izah meselesi diye bir problemim yok. Çünkü benim izah yapılsın diye bir davam yok. Ama ben dersi izah ederek işliyorum. İsteyen de izah etmeden işlesin, müdahale etmiyorum” diyor, dolayısıyla-mantık adamı ya- meseleyi böylece problem olmadan çözüveriyor.
“O ZAMAN DERNEK OLURUZ”
Bir zaman eski siyasi bir adam cemaatimize gidip gelmeye başlamıştı. Daha sonra bazı ticari işlerinde cemaatin itibarını kullanarak bazı çıkarlar sağlama girişimlerine muttali olduk. Çok öfkelendim.
Bir gün Kümbet’e hocamı götürürken arabada bu adamın bahsini hocama açtım. “Hocam, bu adamı kovmak lazım” dedim.
“Aman aman oğlum, bir insanı harcamak çok kolaydır" dedi.
“Hocam, hiç olmazsa derslere gelmesin” dedim.
“Oğlum, biz dernek miyiz? Cemaat demek cami demek. Bugün adam alkol alsa, yarın camiye gelse, namaz kılabilir mi?” dedi.
“Kılar” dedim.
“Aynen bizim derslerimiz de öyledir. Ama sen vakıftaki arkadaşları uyar, bu adama karşı o hususta müteyakkız olsunlar, yanlış bir şey yapmasın. Ama dışlamasınlar. Bizim yanımıza çok sarhoşlar, çok berduşlar geldi. İşte birisi vardı, evveliyatı çok alkolik bir zattı. Ama sonra nasıl tevbe etti, nasıl bir insan, bir âlim oldu. Biz “bu alkol alıyor” diye yanımıza koymasaydık, nasıl olurdu? Cemaat demek cami gibi demek. Camiye gelene “sen filan günahı işledin, giremezsin, filan kusuru işledin gelemezsin diyemezsin. Biz de böyle olmalıyız. Yoksa biz cemaat değil, dernek oluruz” dedi.
Devam edecek