Mehmet Kırkıncı Hoca Cemaatlerle Barışıktı

Hocam buna Allah için çok dikkat eder, çok hassas davranırdı. Sair cemaatlere de çok içten, yürekten dua ederdi.

Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın 13. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org

MEHMET KIRKINCI HOCA CEMAATLERLE BARIŞIKTI

Erzurum’da Süleyman Efendi’nin talebelerinden olsun, başka tarikat ve cemaatlerden olsun bir çok kişi hocamı ziyaret ederdi. Hocam onların hizmetlerini sorar, anlattırır, tebrik ve dua ederdi.

Onlar kalktıktan sonra da; “Ya Allah razı olsun. Eğer onların yaptığı bu hizmetler olmasa, onu da bizim yapmamız gerekecekti. Şimdi onlar yapıyorlar, Allah bizden bu işi sormayacak” derdi ve şöyle bir misal verirdi; “mesela sen bir tarla biçiyorsun. Bir topal adam da gelse sana yardım etse, sen der misin; “ya sen topalsın, biçemezsin.” Bir metre de biçse, sana yardımdır.

Eee şimdi bu emr-i bilmarufla herkes emredilmiş. Herkes Allah’ı anlatacak. O kardeşin de Allah’ı anlatacak. Sana göre biraz topal, aksak geliyor. Metodunu benimsemiyorsun. Ama anlatılmamış insan, biçilmemiş tarla o kadar çok ki.

Hocam buna Allah için çok dikkat eder, çok hassas davranırdı. Sair cemaatlere de çok içten, yürekten dua ederdi.

Bu samimiyetin acil meyvesini de cenazesinde gördük. Bir polis ağabeyin ifadesine göre kırk bin insan vardı. Her cemaatten insan cenazeye iştirak ettiler. Herkese karşı böyle sıcak baktığı için böyle oldu ama.

Burada Süleyman Efendi Cemaatinden bir Osman Hoca vardı. Yakın zamanda vefat etti. Ama ne bir adam idi ya. İnanılmaz bir adamdı. Bana desen ki; “on tane çok sevdiğin, samimi bulduğun insan söyle” birini de onu sayarım. Beni çok etkilemiş bir insandır. Yanında durunca hissediyorsun.

Osman Hoca, Süleyman Efendi’nin talebesi Topal Hasan hocanın talebesi olduğunu zannediyorum.

Daha önce de Kümbet’e gitmişler de, bir seferinde “beraber gidelim” dedi. Hocam onu dizinin dibine yakın etti. O da hürmetinden hocamla çok sessiz konuşuyor. Hocam zor duyuyor, kafasını ileri uzatıyor ki duysun. Hocam ona okuduğu kitaplardan soruyor, cevaplarını aldıkça “maşallah” diyor.

Hocam daha sonra Süleyman Efendi’nin talebelerinin yurtdışı hizmetlerinden sordu. O da anlattı. Hocam çok memnun oldu.

Neyse biz Osman hocaları uğurladık. Hocam daha sonra; “maşallah, evliya görmek isteyen bu adama baksın” dedi. Onu çok methetti. Önceden de tanışıyorlar hocamla. Böyle çok medhettikten sonra; “çok da alim bir zat. Muktesebatı da çok güzel. Okuduğu kitaplar filan maşallah” dedi.

Not: Hocam bir sohbetinde şöyle anlatıyor; “Kaç sene evveldi. Tokat’tan buraya bir cemaat geldi. Kendileri bir şeyhe mensup idiler. Neyse oturduk, sohbet ettik. Dediler ki; “Hocam nur talebeleri iyi de, niye tarikata karşısınız?” filan dediler. “Allah Allah, bunu size kim dedi” diye sordum. Hani üstad “zaman tarikat zamanı değildir” demiş ya, onu dediler.

Dedim ki; “Yahu bakın, bir zaman tarikatı yasak etmişler. O zamanki mürşidler hep evlerinde oturmuşlar. Ama Üstad o zamanda eline kalemi almış, Telvihat-ı Tis’a’yı yazarak tarikatı müdafaa etmiş. Şuna bakın hele. Ne kadar kolay konuşuyorsunuz. Telvihat-ı Tis’a ortada. Siz bunu nasıl konuşabilirsiniz” dedim. Dondu kaldılar.” (Salih Okur)

HİZMETİNİ RÜYALAR ÜZERİNE BİNA ETMEZDİ

Hocam özellikle bazı sıkıntılı zamanlarda moralleri te’yid için, bazı kimselerin hizmetle alakalı gördükleri güzel rüyaları anlatır veya anlattırırdı. Ama hizmetini rüya ve hülyalara bina etmezdi.

HOCAMIN VEFASI

Hocamın çok dikkat çeken bir özelliği de vefa duygusu idi. Buna dair bir misal anlatayım:

Hocama çok yakın olmuş, hizmet etmiş bir esnaf ağabey vardı. Maddi bir konuda bu zat ile bir başka komşumuz haksız bir muamelesi üzerine gerginleştiler ve komşumuzu mahkemeye verdi. Fakat hakz olduğu için işinin olmayacağını anlayınca o abi, hocamla görüşmüş, hocam da bana “onun meselesini çözün” dedi. Neyse mahkemeyi durdurduk, çözdük.

İşi onunla çözülünce bize de benzer bir sıkıntı çıkardı. Biz de biraz gerginlik yaşadık.

O da bizi hocama şikayet etmiş. O zaman biz birlikte aynı apartmanda oturuyorduk. Ben ve ağabeyim bir katta, Ahmet kardeşimle hocam da karşılıklı olarak bir alt katta oturuyordu. Dolayısıyla bazen akşam yemeklerini beraber yiyorduk.

Şimdi hocam bir koltuğa hafif yan oturmuş, bizim büyüklerimiz öyle oturmayı sever, babam da öyle otururdu. Ben de tam başının olduğu taraftayım. Ağabeyim karşısında, Ahmed de ayak tarafında oturuyor.

Hocam takkesini çıkarttı. Ağabeyime; “ya Abdülhakim efendi, bu zata yardımcı olun” dedi. Ağabeyim cevap vermeden, ben dedim ki; “hocam, bak bu burasını kaçak yapıyor. Bizim binamızın değeri -o zamanın parasıyla- 50-100 bin lira düşer. Bunun yaptığı çıkıntı bizim bir cepheyi kapatıyor. Başkası olsa mahkemeye verir. Ama hocam sizin yanınıza gidip geliyor, nasıl edelim?” “mahkemeye verin” dedi. Ama tabii bizi ölçüyor, ben farkında değilim.

Dedim; “hocam derler ki; “Hocamın yeğenleri hocamın arkadaşlarını mahkemeye vermişler. Biz bunu yapamayız” dedim. “Aferin, böyle demenizi beklerdim” dedi.

Yani ben izah etmeye çalışıyorum; bir zararımız var, yarın bizim binada bir sıkıntı olur, yaslandırıyor. Buranın arkasında bizim arsamız var, dolayısıyla yolu kapatıyor” diyerek epey bir izah ettik.

Hocam bunun üzerine; haktan adaletten, insanda imanın bir kale gibi olduğundan, cebel-i Uhud gibi İslamiyet olduğundan bahisle “onları da göz önüne alın, mümin kardeşimizdir, fedakarlıkta bulunun” filan deyince, ağabeyim tabii büyüğümüz, devreye girdi;

“Hocam” dedi, “biz hangi suçu işlemişiz ki? Bu zata ne haksızlık yapmışız?”

Hocam; “Yok, Allah için öyle bir haksızlıktan bahsetmedi. Sadece sizden yer vermenizi istiyor, izin vermenizi, oraya karışmamanızı istiyor” dedi.

Biz de zannediyoruz ki o bizi hocama şikayet etmiş, hocam da bizi hesaba çeker şekilde konuşuyor.

Ağabeyim; “Hocam siz emredin, bizim dükkandan da kesip verelim. Hatta siz “dükkanı tamamen verin” deyin. Vallahi biz onu da yaparız, arkamıza bakmayız. Kusura bakmayın, burada üç kardeş sizin karşınızda konuşuyoruz. Biz zannettik ki biz haksızlık yapmışız, biz bir yanlışlık yapmadığımızı size anlatmaya çalışıyoruz” dedi.

Bunu üzerine hocam; “Ben sizi bilmiyor muyum, biliyorum. Tabii ki Allah’ın izniyle sizin asaletinize yakışmaz, bir yanlışlık yapmazsınız, yapmadınız da. Fakat bu adamı çocukluğundan beri tanıyorum, bizim elimizde büyüdü.

Ama kardaşım bakın, 1960 inkilabında ben hapishaneye girdim. Hapishane dönüşünde Erzurum’a geldim. Erzurum’da bir kaç aile hariç kimse bana selam vermiyordu.

Bunun babası halı yaptırıp dikerdi. Fakir bir adam. Kırk metrekarelik bir gözden oluşan bir evi var. Döşekleri yere serip atıyorlar. Sabah katlıyorlar, orada bir yere koyuyorlar.

Bu adam o korku günlerde nur dersleri için bize evini açtı. Döşeklerle duvar arasına hanımı bir ip çekiyor, oraya ihramı örtüyor, orada bize gaz ocağında çay demliyor, ihramın altından uzatıyor, biz orada çay içiyoruz.

O zaman cemaate gelen insanlar da her türlü insanlar. O kadıncağız bunlara katlanıyor. Bu adamın babası o zor zamanlarda evini bize açmış. Şimdi ben onu bırakıp -haklı da olsanız- sizin tarafınızı tutamam arkadaş. Verin gitsin, Allah size çok verir” dedi. Şimdi, 1960 senesinde babasının yapmış olduğu bir iyiliği unutmuyor hocam.

O zaman ağabeyim; “hocam, ben ona biraz sert konuştum. Üçümüzün de şirket yetkisi var, Hacı Muhammed yetkiyi versin” dedi.

Hocam; “hay hay, “Allah sizden razı olsun, çok rahat ettim. Bunların babasının yaptıklarını biz unutamayız. Tabii kardaşım siz anlamıyorsunuz, o günleri yaşamadınız. Allah sizden razı olsun, ben size çok dua edeceğim, verin, hiçbir şey olmaz” dedi.

Allah’ın hikmeti ertesi gün oldu, o ağabey işlemleri kavuşturamadı. Ertesi güne kaldı. Ertesi gün de benim de iş icabı şehir dışına çıkmam gerekti. Çıkarken de o ağabeye “hacım bizim imza yetkimiz var, Ahmet de olur” dedim. O gün de Ahmed’in bir toplantısı oldu, Kayseri’ye gitmesi gerekti. O da o gün gitti. Şimdi o ağabeye “sana burayı yaptırmam” diyen ağabeyimden başka Erzurum’da imza atacak kimse kalmadı. Allah’ın hikmeti, ağabeyim “vermem” dediği yeri vermeye kendisi gitti, imzaladı. “Her türlü hakkımızdan vazgeçtik” diye beyan verdi.

Burada biz de darlandık. İlk defa olarak hocamın sözüne karşı bir söz söyledik. Daha önce hocam ne derse bir hiç itiraz etmemiştik yani. Hatta orada bir hadise anlattı (aklımda kaldığınca naklediyorum). Hz. Ömer (r.a) ile Hz. Ebubekir (r.a) arasında bir hak meselesi oluyor. Hz. Ömer hukuken haklı durumda. Durum Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselama) haber verildiğinde; “ya Ömer ne olur ki hakkından vazgeçsen? Benim mağara arkadaşımla arama girmeseniz” diyor. Hz. Ömer (r.a); “Ya Rasulullah, ben bütün hakkımdan vazgeçtim” diyor. Hocam bu hadiseyi de orada anlattı. Hakikaten bize de çok dua etti.

Bana göre bu vefa duygusu çok üstün bir meziyet. 1960’da geçen bir hadiseyi 2005’te unutmayıp böyle davranmak, herkes yapamaz.

OKUMA AÇLIĞI

Hocam ömrü boyunca okumaya, ilme aç olarak yaşadı. Mesela “hocam, filan böyle demiş” dediklerinde hemen “hangi kitapta demiş” diye sorar, araştırır, soruşturur, sahaflarda bile olsa tedarik eder, o kitabı buldururdu.

Mesela bazen; “bu kitabı sahaflarda aradım, zorla buldum” derdi.

Mesela gittiniz, sosyalist bir adamın bir kitabındaki bir makalesinden bahsettiniz, o kitabı da buldurtur, o makaleyi dinler, eğer cevap vermek gerekirse cevap verirdi.

Mesela bir gün sohbet ederken Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan bahsetti. Ve kendisiyle görüşmesini anlattı. Orada oturan arkadaşlardan birisi; “Hocam, bir yanlışlık olmasın. O çok erken tarihte vefat etti. Başka birisi olmasın” dedi.

Hocam dedi ki; “yahu ben 18 yaşında mıydım, 19 yaşında mıydım, babamdan izin aldım, onu İstanbul’da görmeye gittim. Onu buldum, onunla şunu şunu konuştuk. Bu dediğim tarih, onun ölmesinden bir sene önceydi.”

İnternetten açtık baktık ki hocam 19 yaşındayken o zat hayatta imiş. Yani hocam 20 yaşındayken adam ölmüş.

O tip solcu yazarlarla da gençliğinde gitmiş, görüşmüş. Eskilerden o tip şeylerden çok bahsederdi.

Annem (şu an doksan küsur yaşında) diyor ki; “Hocam eskiden yemeğe eve geldiği zaman minderi koyar, az uzun otururdu. Çuvalla kitabı talebeler getirirlerdi. Biz makat deriz, makatın başına koyarlardı. O içlerinden birini çıkar, okuyunca o kitabı makatın alt başına koyar, böylece bütün o çuval dolusu kitapları bitirirdi. Onlar bitince talebeler onları götürür, yeni bir çuval getirirlerdi.”

TARİHE MERAKI

Hocam tarihe de çok meraklıydı. Bir zaman birisine “Naima Tarihi”ni okuttuğunu biliyorum.

Tarihi konuları çok iyi bilirdi. Mesela biz Ertuğrul beyi, onun babası Süleyman Şah’ı derslerde hocamdan çok dinlemişiz.

ZİKR-İ DAİMİ ÜZERE İDİ

Hocamın elinde bir tesbih eksik olmaz, ağzı hiç durmazdı. Daima tesbih çekerdi. Tesbih vazifesi de verirdi çok yakından tanıdıklarına. Bilhassa kadınların yaşlılarına.

Mesela; “beş yüz tane bunu oku, üç yüz tane bunu oku, üç yüz tane şunu oku” derdi. Mesela anneme tesbih dersi vermiş. Annem mutad olarak her gün tesbihini çeker. Annem der ki; “dersimi üç kere terk ettim. Üçünde de hocam parmağını rüyamda gözüme soktu. Dersimi çekmeden yatamıyorum.”

Hocam Cevşen’i çok okurdu. Ramazanlarda mutlaka 3-4 hatim okurdu.

Son

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri