Bediüzzaman tırmandıkça yükselen bir dağ gibi. Dağ yüksek tepeler gibi değil, ovalar, düz araziler gibi serpiliyor. Orta okuldan beri okuduğumuz metinler bildiğimizi zannettiğimiz ama sürekli yeniden keşfedilen metinler. İngilizcede eleştiri anlamına gelen bir rewiev kelimesi var. Bir şeye yeniden bakmak anlamına geliyor. Biz umumiyetle bir kitabı okuyunca daha sonra onu “okudum” der bir daha ona dönmeyiz. Halbuki her eser farklı zamanlarda farklı anlamlar verir. Yunus’u on beş yaşında okumakla altmış yaşında okumak aynı tesirleri vermez. Kur’an da öyle. Her yaşta, her iklimde farklı anlaşılır. Büyük eserlerin bir özelliğidir bu, tekrar tekrar okunur, yeni şeyler bulunur. Kant da öyledir, Sokrat, Aristo da öyledir. Yüzyıllardır okunur, okundukça yeni anlamlar bulunur.
Risale-i Nur da doğurgan bir metin. Başını beklerseniz size her zaman sizin de hayret ettiğiniz manalar sunar. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri çok kitap okur, elini dizine vurur hayıflanır, kendini suçlarmış. Kendini suçlamak büyük insanların büyük özelliği. Akif, “Ne bana yaradı cismin ne Yara yar oldu / İlahi şu bir avuç türabı neyleyeyim” der. Yine, “Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömrü heder” demiş.
Zübeyir Abi Üstad’a “Üstadım çok korkuyorum benim halin nice olur” der. Üstad da, “korkma kardeşim titre“ diye cevap verir. İmamı Şafii Hazretlerinin hocası ölmüş. Biri onu peygamberlerden sonra bir makamda görmüş, sonra sormuş, o da demiş, “Ben Allah’tan o kadar korktum ki ibadet ve okumak ile buldum ne buldumsa” der. Çürük bir tahtadan tavan olmaz çöker. Ahiret yurdundaki evimiz, ya bizim halimiz nice olur? Çocukluğumuzda oynanan veya oynadığımız bir çürük elma oyunu vardı. Ne anlama gelirdi ama şimdi anlıyorum, işte çürük elma...
29. Sözün birinci kısmının ikinci esası melekler konusundaki bir arkeoloji araştırması gibi. Bir şeyin arkeolojisi demek onun mana katmanlarına inmek demek. Risale-i Nur arkeolojisinde önemli bir konu bu metin. Kur’an‘ın mana arkeolojisi ona kadar çıkıyor, ama mealde ilk anlam. O mealdeki ilk anlamı anlamayan bu ülkenin yüzde altmışı.
İkinci esasın başında bir esas cümle var. Esas cümle edebiyat metinlerinde metni doğuran cümle bir nevi kök, çekirdek demek. Bediüzzaman bir esas cümle üstadı. Hangi bahse girerse ilk cümlesi bütün bahsin ipuçlarını verir.
Melaikenin vücuduna ve ruhanilerin sübutuna hakikatlerinin vücuduna bir icma-i manevi ile tabirde ihtilaflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve nakil bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Ehl-i akıl felsefeciler ve ilimler, nakilde dinler. Bu cümleyi kuracak insan bütün akıl ve nakil ehlinin melekler konusundaki bilgisini bilmesi gerekir. Yani bütün felsefe tarihini ve dinler tarihini bilmesi değil taraması, incelemesi, tetkik etmesi gerekir. Bir felsefe ekolünü bilmek başkadır ama o ekolün melekler konusunda ne düşündüğünü bilmek çok ayrıntılı okumalar gerektirir.
Bediüzzaman felsefe ile ne kadar uğraşmış? Bu dini mübine ve millet-i İslamiyeye felsefenin verdiği zararı ancak Bediüzzaman tavazzuh ettirmiş. Onun kadar kimse felsefe ile uğraşmamıştır. Delil yukarıdaki metinin ayrıntısı. Ayrıca Eskişehir’de zulme terkedilmiş iken yazdığı müdafaada hakim heyetine yaptığı savunmada anlatır:
“Yirmi otuz sene evvel bir gazete gördüm ki İngilizlerin bir müstemlekat nazırı (sömürgeler bakanı) demiş ki “Bu Kur’an Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hakim olamayız, bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.”
Bizde Kur’an bir ara kaldırılmış, onu kaldıranlar ile bu kararı veren sömürge bakanı arasında irtibat var mı? Garip değil mi? Bediüzzaman “biz mütaharrik-i bizzat değiliz bilvasıta müteharrikiz, Avrupa orada üflüyor biz burada oynuyoruz” diyor. Birisi üflemiş burada da Kur’an sahneden mı kaldırılmış? İşin arka planı çok karanlık.
İngilizler o kadar bizim düşmanımız ki Çanakkale’ye Yeni Zelanda, Avusturalya, Kanada, Hindistan gibi daha nice sömürgelerinden asker getirmiş. Kürenin dört bir yanında Kur’an’ın anlamını temevvücaz ettirmiş bir millet kim? Bizim atalarımız, İslamın bayraktarı yani Kur’an’ın bayraktarı. Bizim içimizdekiler bunu anlamadılar ki. Onlar “bu Türkler, Osmanlılar sahneden silinirse Kur’an haşa mahvedilir” demiş ne varsa yapmışlar.
Bediüzzaman sömürge bakanının sözünden sonra şöyle düşünür. “İşte bu kafir muannidin bu sözü otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum. Dahiliyeye pek bakamıyorum ve dahildeki kusuru Avrupa’nın hatası ifsadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum onları vuruyorum. Felillahilhamd Risale-i Nur o muannid kafirin hülyasını kırdığı gibi, maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir.”
Otuz sene filozoflara vurmuş, onlarla uğraşıyor, onlara hiddet ediyor. Onun ne kadar ayrıntılı felsefe okuduğunun apaçık beyanıdır bu cümleler, tam otuz yıl düşmanın en büyük silahını tetkik ediyor ve nerelerde bize ve insanlığa imana saldırdıklarını görüyor ve onlara göre eserlerinin kaleme alıyor. Adamı tanımadığımız gibi tanıtamıyoruz da.
Bu 29. Sözün ikinci esası felsefeye ne kadar ayrıntılı hakim olduğunu gösteriyor. ”Hatta maddiyatta çok ileri giden hükema-yı işrakiyyunun meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkar etmeyerek “Herbir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler.
Bu kadar ayrıntılı bir felsefe tetebbuatı bu ülkede kim yapmış, işrakiyyunun, meşaiyyun kısmının meleklere mukabil gelebilecek kanaatlerini bulmuş. Ne kadar geniş bir araştırma alanında yürümüş. Bir takım insanlar tanımamak, karalamak için konuşuyorsa ayıp değil mi? Bu kadar muhiti geniş bir ilim adamı, müfessir, yorumcu. Bediüzzaman’ın dediği gibi Risale-i Nuru anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlar.
İşrakiye bireysel sezgiyle ilahi gerçekliği kavramaya dayanan, dini esrarlı öğretilerin genel adı. Bunları savunanlar da işrakiyyun. Felsefe bunlara göre bir sezgi işidir ve insan anlamlar alemine akliyle ulaşamaz. Aydınlanma sezgi mükaşefe yoluyla olacaktır. Cisimlerin kendiliği mahiyet ruh bir tasarım değil gerçek varlıktır. Meşşaiyyun Yunan felsefesinde peripatoscular olarak bilinen gizemcilerin Arapçadaki karşılığı olan bu sözcük, İslam felsefesinde de Aristoteles’ci akımı temsil eden filozofları nitelemek için kullanılmıştır. Bunların melekler hakkındaki telakkisi onlar ile ilgili çok ciddi bir etüdle ortaya çıkabilir. Türkiye’deki felsefe tarihlerinde bu ayrıntıyı ben göremedim. Bediüzzaman ayrıntılı olarak bildiğinden bu konudaki fikirlerini naklediyor. Üstelik Bediüzzaman onların maddiyatta çok ileri gittiklerini belirtir.
İşrakiyyunun melekler konusundaki fikrini de Bediüzzaman özetler. ”Eski hükemanın işrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak yalnız yanlış olarak ukul-i aşere veerbab ül enva diye isim vermişler.” Bu telakki eleştirel bir bakıştır, hakikate yaklaşmış ama yanlış isimlendirmiş. Bediüzzaman’ın ne kadar derinlikli bir felsefe tetkikçisi ve eleştirmeni olduğunu gösterir.
Bu konuda dinlerin de fikrini özetler. “Bütün ehli edyan, melek ül cibal melek ül bihar melek ül emtar gibi her neve göre birer melek-i müekkel vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek o manalarla tesmiye ediyorlar.”
Bediüzzaman melekler konusunda natüralistler ve materyalistlerin fikirlerini de eleştirel nakleder. Bütün idealist felsefecilerin ve İslam düşünürlerinin beğenmediği eleştirdiği materyalistlerin bile melekler konusundaki kanaatlerini nefsül emre uygun yorumlar Bediüzzaman.
”Herşeyi maddeye indirgemesi bakımından bir tür tekçilik sayılabilecek maddeciliğin en eski örneklerinden birisi ilk kez Demokritos’un derli toplu biçimde düzenlediği atomculuktur.“ (F S 916) Bediüzzaman bu atomculuğu da eleştirmiştir. Marks da bu atomculuğu sistematize etmiştir. Bediüzzaman’ın en büyük eleştirdiği filozoflar bu Demokritos, Epiküros ve yüzyıl sonra 19. yüzyıl ortasında bu dalalet fikrini parlatan Marks‘ı de eleştirmiş. Bu konuda Isparta’da bir konferans vermiştim, kimsenin bu ayrıntıdan haberi yok. Bediüzzaman’ı eleştirenler gerçekten zavallı.
“Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan maddiyyun /maretyalistler ve tabiiyyun dahi /natüralistler. Dahi melaikenin manasını inkar edemeyerek kuvva-i sariye namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlardır. Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatını inkara mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından kuva-yi sariye diye cereyan eden kuvvetler namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden.” (S 687)
Bediüzzaman bu natüralistleri eleştirmiş onların tabiat dedikleri mabudlarını meşhur eseri Tabiat Risalesinde yerle bir etmiştir. İslam itikadına muarız felsefenin en büyük eleştirmeni batı felsefesiyle mukayesesi Bediüzzaman tarafından yapılmıştır. Onun felsefe eleştirisi birkaç cilt kitap olur.
Bir önemli delil de kainatın canlı ve hayattar olmasını sağlayan namuslar, kanunların icracılarının melekler olmasıdır. “Hiç hatırına gelmesin ki şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kainatın hayattar olmasına kafi gelir. Çünkü o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibari emirlerdir. Vehmi düsturlardır, ademi sayılır. Onları temsil edecek onları gösterecek, onların dizginlerinin ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa o namuslara o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-ı hariciye olamaz. Halbuki hayat bir hakikat-ı hariciyedir, Vehbi bir emir, hakikat-ı hariciye yüklenemez.“ (688)
Bu tetkikattan sonra Bediüzzaman şu vurucu cümle ile konuşur. “Ey melaike ve ruhaniyatın kabülünde tereddüd gösteren biçare adam. Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki bütün ehl-i akıl bilerek bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanilerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Madem ki birinci esasta isbat edildiği gibi hayat mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl mana-yı melaikenin kabülünde manen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zihayat ve zişuurlar şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur muki şu feza-yı vasia sekenelerden, şu semavat-ı latife mutavattininden hali kalsın? Elhasıl, madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki mevcudat şu alem-i şahadete münhasır değildir.“ (688)
İkinci esas din ve fesefede yapılan tedkikat ile meleklerin varlığını isbat eden büyük tevhid ve hakaik-i imaniyenin sübutunu sağlayan ve bahistir. Eşi manendi mümkün olmayan bir derin tedkikat üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman’ın büyük bir tevhid savunucusu ve güncelleyicisi olduğunu gösterir.