Eyüp Sultan mezarlıklarını gezerken, elinde bir poşetle mezarların arasına bir şeyler bırakan bir kadıncağız görüyorum.
Oradaki birisine soruyorum: “Şu kadın ne yapıyor” diye... Öğreniyorum ki, kadıncağız belli aralıklarla gelip ekmek kırıntılarıyla mezarlıktaki karıncaları besliyormuş…
Eyüp Sultan Camisi civarında oturanların çoğunun tanıdığı ihtiyar bir amca vardır; herkes ona Yunus Dede der. Bu mübarek amca, Tebliğ Cemaati denilen bir cemaatin müntesibi olduğu için dünyanın birçok yerini gezmiş, sonunda Eyüp Sultan’da karar kılmış. Caminin dışındaki turistlerle her fırsatta akıcı İngilizcesiyle konuşan, daha doğrusu tebliğ yapan bu amcamızı ben de zaman zaman o civardaki kedileri beslerken görüyorum.
Bu iki örnek bana çocukken kaldığı türbede çorbasının suyunu kedilere, tanelerini de karıncalara veren Bediüzzaman’ı hatırlatıyor. O da zaman zaman karıncaları ekmek ve bulgur gibi rızıklarla beslermiş. Günlük yediği bir ekmeği dört kedisi ile paylaşırmış. Onun inceliğine, onun merhametine yetişmek mümkün değil. Şu örneği duyunca herhalde bana hak vereceksiniz: Sızıntı Dergisi’nde Abdullah Çelikkanat’ın yazısında okuduğuma göre Bediüzzaman bir gün talebeleriyle bir dağ gezisine çıkar. Talebeleri yabani meyvelerden yemek isteyince; “Onlar yabani hayvanların rızkıdır” diyerek buna müsaade etmez. Yine aynı yazıda okuduğuma göre, bir kır gezisinde talebeleri ile dolaşırken gördükleri bir yılan karşısında Bediüzzaman; “Gelsin dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok. Biz ufacık bir karıncayı öldüremeyiz, çok ufak bir mahlûk bile öldüremeyiz. Bize canlıları öldürmeye müsaade yok” demiştir.
Yine başka büyük bir zat, bir seyahat esnasında azık poşetini açar bakar ki içinde bir karınca var. “Bu karınca dört beş saat önce mola verdiğim yerde azığımın içine girmiş olmalı” der ve onu vatanından, yuvasından ayırmaya hakkının olmadığını düşünerek geri götürmeye karar verir. Uzun bir yolu yürüdükten sonra mola verdiği ağacı bulur ve onu oraya bırakır. Büyüklerin yüreğinden kopan bu merhamet ışıltılarını anlatmak kolaydır, peki ya yaşamak! Allah cümlemize böyle bir gönül güzelliği ve merhamet derinliği versin. Merhametin sözünü söyleyip özünü yakalayamayanlardan eylemesin. Bu büyükler bize merhameti, iyiliği, güzelliği, yardım etmeyi öğrettiler. Yüce Allah da onların sevgisini gönlümüzden çıkarmasın.
Eyüp Sultan’daki merhamet misallerinden bahsederken oradaki fakir fukaradan bahsetmemek olmaz. Bir keresinde o muhitteki evlerden birisine girmiş, perişanlığın o yürek yakan görüntüsünü acı acı seyretmiştim. Herkesin kendisi gibi rahat ve güzel evlerde oturduğunu sananları yalan çıkartacak bir görüntüydü bu. Utanmak ve kaçmaktan başka bir çözüm var mıydı acaba? Bir taraftan vicdan azabı diğer taraftan da yardımcı olamamanın acısı…
Bir tarafta köpekler bağlasan durmayacak o yerlerde yaşayan yoksullar, diğer tarafta da zengin muhitlerdeki manzaralı villalarda her şeyden habersiz yaşayanlar. Artık bu dünyanın adaletli olduğuna beni kimse inandıramaz. Üzerimdeki sorumluluğu kimsenin üstüne atmaya niyetim yok, garip gurebadan hepimiz sorumluyuz ancak bazıları bazılarından daha fazla sorumlu diye düşünüyorum. “Üstümdeki borç yükünü mü hafifleteyim yoksa bunlara yardım mı edeyim” diyen adamın haliyle lüks ve gösteriş içerisinde yaşayan zenginin hali bir değildir herhalde... İkisi de aynı derecede sorumlu olamaz.
Bunları düşününce camimizin imamı Nurullah Hocanın bu Cuma söylediklerinin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum. “Ben vali olmak istemem, ben kaymakam olmak istemem, ben emniyet müdürü olmak istemem.” Çocukken ben bunlardan birisi olmak isterdim, fakire fukaraya yardım edebilmek için. Fakat şimdi ben de istemiyorum. Açlıktan veya bir hastalıktan inleyenlerin, bir suça kurban gidenlerin, başına bilmem ne türlü bela gelenlerin vebalini taşımak kolay mı?
Benim buradan bir merhamet çağrısı yapmam acaba birilerini harekete geçirir mi? Bir bebeğin kursağına bir yudum süt gitmesine vesile olur mu? Yetersiz beslenmekten bebeklerin öldüğü bu ülkede –ki geçtiğimiz günlerde bu haberi okumuştum- ızgara kebaplar yemek ne kadar doğrudur bilmiyorum. Delikanlılık çağında, genç kızlık çağında solgun renkli yıpranmış elbiseler giyenler varken tam takır, gıpgıcır giyinmenin hükmü nedir; onu da bilmiyorum. Gencecik yaşlarında giyinmeyeceklerse o güzel elbiseleri, başka ne zaman giyecekler? Bir genç için bu sorun öyle küçük bir sorun mudur sizce? Hangi kız çocuğu saçına paket lastiği bağlamak ister ki? O güzel tokalar, taçlar onun da saçına yakışmaz mi?
Ömer bin Abdulaziz’in kızının bir gün babasına gelip “baba neden her gün soğan ekmek yiyorsun, yemeklerden yesen ya” dediğinde onun “Tebaam içinde açlar varken bu bile bana çoktur” demesini herhalde duymayanımız yoktur. Fakat bunları anlatmaktan o kadar çok usandım ki anlatamam. Gençlik yıllarımdaki heyecanıma dönüp, yüzüme de bir perde çekip haddim olmayarak sitemimi arz ediyorum. Yetkili makamlara…
Ey yöneticiler, ben sabahlara kadar uyusam da sizin uyumaya hakkınız yoktur. Sizin yeriniz o rahat yataklar değildir. Sizin işiniz de o gösterişli koltuklarda oturmak değildir. Herkes uyuduğunda sessizce evden çıkıp gözyaşlarıyla ve hatta hıçkırıklarla şehrin viranelerini dolaşmak ve o evlerdeki uyuyan bebekleri hayal edip onlara yardım etmenin çarelerini aramaktır. Efendimiz buyurmuştur ki “Allah, bir kuluna hayır murad ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdam eder.” Ne mutlu bu hadisi kendilerine düstur edinenlere… Selam ve dualarımla…
Aydın Başar