Yenilerin “yazarlık”, eskilerin muharrirlik, aslında ise – olması gerektiği gibi- müelliflik (telif edicilik) meşgalesi, kişilere rehber olmak için “ söyleyecek sözü” olduğuna inanan insanlar için hakikaten zevkli, hatta bir nevi “huşu verici” bir iş olduğunu söylemede beis yok. Türlü sıkıntıları, çeşitli inkıbaz halleri, mütenevvi zahmetleri bulunsa dahi, yine böyledir demede – belki de inadına- musırrım.
Her meşakkatin sonunda bir “yüsr” halinin – hatta inşirah suresinin bir tefsiriyle iki kolaylık- halinin getirilmesi gibi, “yazar”ın karşısına çıkarılan dimdik yokuşların düze inmesi, tesviye olması, törpülenmesi, hatta zirveye varması şükrettirir insanı, hamdettirmeli; şükre vesile olması bile “ bizzat” olmasa da “bilvesile” güzel olduğunu hissettirir insana- en azından.
“ En azından” mı dedim demin? Galiba sürç-ü lisan oldu; aslında “en azami bir netice olan şükür” için, böyle bir söz etmemeliydim.
Edebi- içtimai- fikri- hissi bir yazıda – veya denemede- , tıpkı bizim yaptığımız gibi “mesuliyet getirici” kelimeler kullanılsa bile, binlerce – belki de milyonlarca- insanın ya “itikadına”, ya da fasit bir “amel”ine yol açmayacağı için, sürç-ü lisan nevinden pozisyonların herhangi bir zararı dokunmayabilir gönül dünyamıza; verdiği bir nakise, olsa olsa “okuyucu”nun beğenmemesi... Bunun da sadece dünyevi zayiata sebep olması, hadiseyi pek “ehven” kılar.
Hiçkimse “layemut” deği çünkü; bu fani dünyada ( küllü men aleyha fan hükmünce) ortalama ömürle 30 ya da 40 sene daha ya kalacağız, ya kalmayacağız. “ Günde otuzbin şahidin şehadetiyle” olan bu hadise, adi – sıradan- insanlardan, “hayattan ziyade bir istediği” olduğuna göre, kendine “yazar” diyen kişilerden – çünkü daha çok tefekkür ve tezekkür etmesi mümkündür- daha büyük talepleri olmalı değil midir?
“ Vatan-ı aslimiz” olan ebediyetler ülkesine gitmeye – demek ki – ortalama olarak, en fazla ancak o kadar-cık bir zamanımız var. Öyleyse, değer mi dinî ve itikadî mevzularda çala kalem yazmaya? Bir “aferin” ya da “ödül” uğruna dini bir nassı –kendi hevamızla- eğip bükmeye? Hele bir de meselenin künhüne muttali değilse kişi, “ İlmi olmadığı halde, Kur’an’ı kendi hevasıyla mânalandırmaya kalkışan , Cehennem’de yerini hazırlasın!” ( bilmana, evkamekal) şeklindeki emr-i Peygamberi (asm)’ye masadak olmaya kimin gönlü razı olur? En acısı da, öyle bir hakikatı hevamızla “gubar” bağlatma ameliyesini, belli bir hizmet grubunu savunmak ya da “bir yerlere” sevdirmek gayesiyle yapmaktır ki, buna akide kitaplarından bir ad bulamadım; Üstad Bediüzzaman haklı; “ .daha beşer ona ad bulamamış.” ( Tuluat )
Kaleme aldığımız yazı – ya da makale- eğer dini ve itikadi ise, “essebebü kel-fail” ( sebep olan yapan gibidir) sırrıyla, o kelimeleri okuyan binlerce insanı ya “hakikat’ül-hakaik”a yapışıp itikadını düzeltmesine yol açacağımızdan ya da kalbinin en mutena köşesine yerleşmiş nur-u imanı zedeleyeceğimizden – tereddüt ve şüpheye atacağımızdan- Allah korusun- “iki tarafı keskin kılıç” ya da sırat üzerinde yürüyor gibi dikkatli, temkinli, uyanık, tahlilci, telifçi, müdakkik olma vecibesi güneş gibi bedihidir.
Zira yapılabilecek “habbe” kadarcık bir hata, bir kar topunun zirveden ovaya vardığında çığlaşması gibi, kubbe haline gelecek; beyan-ı Üstadane’lerinde olduğu gibi; “ ..... bazı rivayetlerde ahir zamanda bir adamın binler adam gibi günahları işleyeceği sırrını radyom ile anladım.” ( Kastamonu Lahikası; bak “ Taammüden Suça, Tevbe-i Nasuh” yazımız...) masadak olunur da, “yazar arkadaşın” ruhu bile duymaz.
Hani “herhangi mevzudaki” bir inceleme yazısı için bile belağatçıların bir tarifi- bir tavsiyesi var; “ Etrafını câmi, ağyarını mâni” olmalı derler. Bir deneme, sohbet, “tahkiye” – hadise- yazısında buna uyulmayacak olunsa bile, şimdikilerin “öğretici metin” dedikleri türlerde, başta zikrettiğimiz esasa riayet etmek mutlak şarttır diye bilirim.
Bu metinleri “okuyan” kişilerin ekserisi “ehl-i tedkik” insanlardır; eğer öyle olmasaydı gider kuru bir politik köşeyi ya da sosyete gevezeliklerini – hani şu aktüalite dedikleri yaveleri- okur, gününü gün; “iki gününü bir” ederdi.
Bilinir ki “ehl-i tedkik” insanın en büyük hususiyeti tahlilciliğidir. Dikkat ettiği yazının telif eseri olmadığını hemen farkeder. O idrâkiyle de ya o “yazar”ı bir daha okumaz, ya da o “yazı”nın çıktığı mevkuteyi bir daha almaz.
“Yazar” arkadaşlarımızın en azından bu vebalden uzak durmaları lüzumunu idrak edeceklerine kãniyim. Nefsimi de bu çevreden azade görmüyorum ama. Bu bakımdan da dualarınızı bekliyoruz. En iyisi müellif olmaya çalışmak için, “ okuduğum yeter” ya da “ unsuriyetin enesi” gibi bir hali terkedip, “beşikten mezara kadar” ilim edinmeli; “ usûl”ün iktizasınca elbet.