Bu topraklarda Aydınlanma dininin vaizlerinin yüz küsur yıldır yazıp çizdiklerini konuşup durduklarına bakacak olsak, Batı tarihini bize ‘insanlık tarihi’ olarak yutturmaya çalışan bir ucuz uyanıklık kendisini açıkça belli eder.
Bıkmadan, usanmadan tekrarlanan bu anlatım, ‘Orta Çağ’ karanlıklarıyla başlar, Rönesans ve Reform hareketlerinin sonucu olarak, hele ki Fransız İhtilali’yle tebarüz eden ‘Aydınlanma’ya övgüyle devam eder; ve Batıda yaşananın aynısını İslâm’a karşı dayatan bir ezbercilikle tamamlanır. Batıyı dünya zanneden sözümona ‘aydınlanmacı’ karanlık ve köle ruhlar, Müslümanları ‘insan’ saymadıklarını ifade edebilecek kadar alçalmaktan çekinmeden, ‘insan’ olabilmeleri için Müslümanları İslâm’dan çıkmaya veya İslâm’ı ‘tıpkı Batı Hıristiyanlığında olduğu gibi’ Reforma tâbi tutmaya çağırırken; kendisini ‘kurtarıcı’ olarak görmenin hazzını da peşinen yaşarlar.
Bu durum, sadece kitap satırları arasında, karanlık gazetelerin köşelerinde, televizyonların programları içerisinde tekrarlansa, belki bir derece görmezden gelinebilir. Ama İslâm topraklarının son yüzyılı, Endonezya’dan Fas’a, Mısır’dan Türkiye’ye, Senegal’den İran’a ve Orta Asya’ya, İslâm coğrafyasının her tarafında ‘seküler’ anlayışı temel değer olarak dayatma; dahası Türkiye, İran, Tunus, Mısır, Cezayir, Özbekistan, Suriye ve benzeri birçok örnekte görüldüğü gibi bu uğurda gerekirse devrimler, ihtilaller ve darbeler yapıp nice mü’minin sırf imanından ve amel-i salihinden dolayı darağacına yollama gibi açık zulümlere de kapı aralamış bulunuyor.
Tam da burada, Bediüzzaman Said Nursî’nin, Batılı ‘aydınlanma’yı ve bunun simge olayı olarak Fransız ihtilalini ‘merkez-i hilafet’ olarak Osmanlı topraklarına ithal etmeye gönüllü kadroların ‘Sen de mi şeriat istiyorsun?’ sorusu ve idam talebiyle yargıladıkları 31 Mart Divan-ı Harb’inde mahkemenin huzurunda dile getirdiği bir tesbiti hatırlamak gerekiyor. Bu mahkemede yaptığı, sağlam bir muhakemeye cesur bir yüreğin eşlik ettiği ve parlak bir zekayı ifşa eden manidar ‘ironik’ kayıtlar da içeren müdafaasının ‘beşinci cinayet’ başlıklı bölümünde Bediüzzaman, “Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim” der ve sonra bu iki ‘kıyas-ı fasid’i şöyle açıklar:
Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı İstanbul’da tatbik olunmaz.”
Bu sözlerin söylendiği zamanda henüz tiyatro İslâm topraklarına girmiş olmakla birlikte kamuoyu henüz ‘kadın tiyatrocu’yu hazmetmeye hazır durumda görülmediği için, yazılan veya çevrilen piyeslerdeki kadın rollerini erkeklerin üstlendiğini; ‘erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz’ın buna binaen söylendiğini hatırlatmak gerekir. Ve yine aynı dönemde, başta Şükrü Hanioğlu olmak üzere o dönem üzerine çalışan tarihçilerin ayrıntılı biçimde ortaya koyduğu üzere, henüz ‘elifba okuma’ düzeyinde olmayan ahaliyi sözümona ‘aydınlanma’ felsefesiyle ‘kurtarma’yı hedefleyen bir entelijensiyanın zuhur etmiş olduğunu da.
Bediüzzaman, özellikle gazeteler üzerinden gerçekleştiğini düşündüğü fikrî ve ahlâkî çözülmeyi, ilgili ifadelerin açıkça gösterdiği üzere, şu iki ‘fasit kıyas’la irtibatlı görmektedir: (1) taşrayı İstanbul’a; (2) İstanbul’u Avrupa’ya kıyas.
Buna göre, gazeteler üzerinden kamuoyunu şekillendirmeye çalışan entelijensiyaya Avrupa-merkezli bir bakış ve anlayış hakim durumdadır. Bu zevatın kıblesi ya Paris ya Londra, ya Viyana, ama her halükarda Avrupa’dır; ve İstanbul’u Avrupa ile kıyas edip Avrupa’ya benzeştirmeyi gaye edinmişlerdir. Aynı şekilde, taşrayı da İstanbul ile kıyaslayıp İstanbul’a benzeştirme gayesi içindedirler. Böylece İstanbul’u ve İstanbul üzerinden taşrayı Avrupa’yla kıyaslayıp ona benzeştirmeye çalıştıkları için de, İstanbul’a ve hele ki taşraya rengini veren İslâmî tefekkür, yaşayıp ve ahlâkı ‘temeddün’ hedeflerinin önündeki engel olarak görüp, oklarını dine yöneltmişlerdir.
Peki neden böyle olmuştur?
Bediüzzaman’ın devamla söyledikleri, bu noktada net bir teşhise işaret etmektedir:
“Akvâmın ihtilafı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilafı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız ihtilâl-i kebîri bize tamamen düstur-u hareket olamaz.”
Bütün âlem-i İslâm’ın modernleşmeci müstağriplerden, özelde Türkiye toplumunun ondokuzuncu yüzyılın Batıcı bürokratlarından, Jön Türklerden, İttihad ve Terakki zihniyetinden ve Kemalist kadrodan çektiği ve hâlâ çekmekte olduğu sıkıntıların düğüm noktasını teşhis eden bir cümledir ortadaki: “Demek, Fransız ihtilâl-i kebîri bize tamamen düstur-u hareket olamaz.”
Halbuki, İslâm âleminin her tarafında, Osmanlı topraklarında ve Türkiye toplumunda mü’minleri ‘kurtarmaya’ azimli askerî ve sivil bürokrasinin ve onların akıl hocası durumundaki akademya ile sözcüsü durumundaki medyanın gözünde, dönüm noktasını Fransız İhtilalinin teşkil ettiği Aydınlanma zihniyeti tarihin ve insanlığın mihveri niteliğindedir. Bütün dünya, bu arada İslâm dünyası bu adeseden okunduğu içindir ki, İslâm toprakları iki asırdır modernleşmeci elitlerin ‘kurtarıcı’ saldırılarına ve sözümona ‘özgürleştirici’ darbe, yasak ve baskılarına maruz durumdadır. İslâm topraklarında dahi bu modern tecrübe kendisini ‘normatif,’ yani ‘kural koyucu’ bir konumda tesis ettiği için, mü’minler Allah’ın arzında ve kendi öz topraklarında iki asırdır hem entellektüel, hem de fiili anlamda sürgün halde yaşamaya mahkum ve mecbur kalıyor.
Bediüzzaman’ın “Fransız ihtilal-i kebîri bize düstur-u hareket olamaz” sözü, İslâm topraklarında, özelde Türkiye toplumunda yaşanan gerilimin fay hattını tesbit ediyor.
Ve mü’minler akademya, medya ve okul müfredatı aracılığıyla kendisini dayatan bu mihverin karşısında ‘Batı’yı ‘insanlık’la özdeşleştirmeye karşı bir meydan okuma ve fıtrat-Kur’ân içiçeliğine dayalı bir paradigma koymaya bu yüzden mecburuz.
İlhamını Paris’ten ve Fransız devriminden alanlara karşı, ilhamını Kur’ân’dan ve Medine’den alanların sesini daha beliğ şekilde işitmeyi bekliyor kulaklarımız...