Türkiye’de olaylar çok hızlı gelişiyor. Gelişen son olaylardan ikisi Nurculukla yakından ilgili: Abdülaziz Bayındır’ın beyanları ve Ufuk Yayınlarının “sadeleştirme” faaliyeti.
Aktüel sırayı bozarak birincisinden başlayacağım.
Abdülaziz Bayındır’ın garip ve acınacak hali zihnimi yıllar öncesine götürdü.
Yirmi seneyi geçti, lise yıllarımdı. Merhum Said Çekmegil ile Malatya’daki çalışma ofisinde bir gün hararetli bir tartışma yaşamıştım. Anlattıklarım dua yerine geçer inşallah. Çünkü helalleşmiştik.
Merhum Said Çekmegil’i bilirsiniz, Türkiye’de belli bir geleneğin temsilcilerindendi.
Kendisinin Üstadımızı ziyaret ettiğini ve 1952’deki Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde hazır bulunduğunu o tartışma ortamında öğrenmiştim.
Üstadımıza mahkeme günü, yaşlılığından ötürü abdest aldırmaya yardım edecek kadar yakın olduğunu ifade eden merhum Çekmegil, hararetli tartışmamız durulunca şu itirafta bulunmuştu: “Sana bir gerçeği paylaşmak istiyorum, Said Nursi’nin huzurunda iken kendimi başka bir âlemde hissettim, hayatımın hiçbir anında ‘o an’ gibi yoğun duygular yaşamamıştım.”
Bu gerçekleri dile getiren Çekmegil’in Üstadımızın mübarek adlarını zikrederken bile “adaşım Said” diyebilecek kadar mağrur ve müfrit bir pozisyon aldığını da ayrıca hatırlatmak isterim.
O tartışma anına kadar hulefa-i raşidin ve ashab-ı kiram efendilerimiz gibi eşsiz şahsiyetler ile Abdülkadir-i Geylani ve Muhyiddin-i Arabi gibi zevat-ı kiram hakkında üslubu bu kadar savrulan bir insanla karşılaşmamıştım.
O da Abdülaziz Bayındır gibi “Nur talebelerinin sarıldığı kitaplardaki yanlışlıkları (!) anlatmaya çalışanlardan”dı ve malumatfuruşluğu bir kemal zannederek ezberledikleri ile beni irşad etmeye çalışmıştı.
Hiç unutmam, ileri yaşta olduğu halde rafların birinde el çabukluğu ile bir risale çekti ve belliki üzerinde çok çalıştığı ve altını döne döne çizdiği içindeki bir paragrafı tek bir manevra ile açtı ve önüme uzatarak “Sen çok heyecanlı ve hararetli görünüyorsun. Şu paragrafı oku ve kaynağını bana söyle” dedi.
Baktım, bildiğim bir paragraftı.
“Said amca burada ‘manevi bir tevatür’den bahsediyor, sen maddi kaynak arıyorsun, bu doğru değil” dedim.
O zaman, “Yazılan şeyler delilsiz ise kabul eder misin?” diye sordu.
Ben de şu mealde cevap vermiştim: “Senin ve benim neyi delil kabul ettiğimize bağlı. Evvela bana göre Bediüzzaman tek başına bir otoritedir. Söylediği her şeyi ale’r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Çünkü o Kur’an ve hadis kaynaklı konuşuyor. Risale-i Nur’da kaydedilenlerin tamamı haktır ve doğrudur. Bu bilgilerin doğruluğu hıfz-ı İlahi ve inayet-i Rabbani altındadır. Senin takıntı yaptığın buradaki olay ‘manevi tevatür’le rivayet edilmiştir. Bu bilginin kaynağı sadece ‘bilgiyi veren şahıs’dır. Manevi tevatür çok farklı bir alandır. Bu alan ve ona ait ilim ‘hal’ üzere işler, manevidir ve sadece yaşanılır. Yaşamadığın, bilmediğin, temas etmediğin, hallenmediğin ve nasiplenmediğin bir olay ile ilgili kimseyi yalancı çıkaramazsınız. Bu durum kitap okumaya benzemez.”
Sinirinden yerinde duramadığını ve sesini çok yükselttiğini iyi hatırlıyorum.
Fakat merhum Çekmegil güler yüzlü bir insandı, Bayındır gibi abus çehreli değildi. Çay içtik, namazı kıldığım halde cemaat sevabı kazanmak için ofisinde bana ikinci defa namaz kıldırmıştı ve o hasleti çok hoşuma gitmişti.
Yaşadığım olaydan şu dersi çıkarmıştım; katı ve rijit karakterler ve bu karakterlerden müteşekkil gruplar kendi algılarının dışında hiç bir doğruyu kabul etmemektedirler.
“Meşhur, dehşetli dâhilerin acip ve cazibedar eserler”inden yapılan katı çıkarımlar bu tip karakterlerin elinde daha da katılaşmaktadır.
Üstadımız “Bu cazibedar eserlerin İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçtiğini” bir mektubunda (Emirdağ Lahikası) dile getirmektedir.
O günden bugüne tevarüs eden bu zihniyet zavallıların eline düştükçe katılaşmış, sertleşmiş, kendi bildiğinin dışındaki her şeye kapalı hale gelmiş ve adeta taşlaşmıştır.
Üstadımızın bu katı çemberi yara yara bugüne nasıl geldiğini çok merak ediyorum?
Sorunun cevabı olan şu paragraf ne kadar çarpıcı:
“Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirtlerinde olmamak lazım geliyor. Fakat madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilafdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz i teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”
Son söz: Her bir olay nur talebeleri için ayrı bir imtihandır ve yeni bir ev ödevidir. Ev ödevimizin içeriğini “sadeleştirme” bağlamında haftaya ele alalım inşallah.
Not: Bu hafta sonu Kızılcahamam’da Hutbe-i Şamiye Konferansı var, Nur’un manevi bir panayırı olacağa benziyor. Öte yandan yarın gece Mevlit Kandili, “Kâinatın Fahri”ne (asm) “Aramıza hoş geldiniz, bize şeref verdiniz” diyeceğiz. Bu kutlu gece hepinize mübarek olsun.