Umberto Eco, kilise babalarından, İncil’den, Hristiyanlık tarihinden, filozoflardan hareketle güzelin milattan önce başlayan tarihi seyrini hem romanı olan “Gülün Adı” ve diğer eserlerinde özellikle “Ortaçağ Kültüründe Estetik ve Sanat” kitabında sentezlemiş, ortaya güzel şeyler çıkarmış. Onun söylediklerinin hepsi daha ilerisi Kur’an ve Ehadis-i Şerifede var. Ama bizim böyle bir gayretimiz olmadığından bu tip eserler ortaya çıkaramadık.
İslam düşüncesinde Bediüzzaman, Kur’an‘dan kaynaklanan ve estetik tarihinden de etkilenerek güzel konusunda fikirler öne sürmüş. Güzeli batı estetiğindeki gibi felsefenin kenarında kalmış gibi değil her bahsin muhtevasında anlatmış, neredeyse akaidi konuların da vazgeçilmezi haline getirmiş. Bütün eserlerinde güzel konusu farklı şekillerde tahlil edilir. Mesnevi de de böyledir.
Güzellik genel anlamda Sani-i Ehad ve Samed’in sikkesi, hatemidir. Madeni bir paranın kime ait olduğunu gösteren kimlik göstergesidir sikke. Hatem ise yine birşeyin üstünde kime ait olduğunu gösteren mühürdür. Allah’ın Ehad ismi farklı şeyleri bir araya getirip ondan bir tenasüb, uyum ortaya çıkarmaktır. Mesela insanın güzelliği evrendeki birçok nesne ve mananın bir araya getirilmesidir o da Ehad ismi iledir. Bu yüzden Ehad ismi daha kapsamlı bir isimdir. “O Allah ki Ehad”dir denmesi özel olarak onun seçilmesindendir.
Bir mevcud Sani-i Ehad ve Samed’in mülküdür. Her canlı olması lazım geldiği gibi güzeldir, bir ileri-bir geri olmaz. Bütün güzelliklerin mahşeri olan varlık alanına getiren onu güzelleştirir, yani sanatlı yaratıcı Sanatlı hale getirir. Çünkü güzellik ancak sanatçı bir elden ve kalemden çıkabilir. Güzelleştiren güzel uzmanıdır. Her varlık dünyaya gözünü açmadan önce bir güzellik salonunda dünyaya göre düzenlenir ve başını çıkardığında oradaki güzellikleri tamamlar. Görücüye çıkmak isteyenin güzelleşmesi veya güzelleştirilmesi gibi. Varlığın maverasında herşeyi güzel yapıp sonra “haydi git” diyen bir gayret görünür. İbrahim Hakkı “Vallahi güzel etmiş, billahi güzel etmiş“ derken gördüklerinin güzelliklerin sarhoşudur.
“Neylerse güzel eyler” de bu vadide söylenmiştir. Herşey yerli yerindedir, o zaman deme “bu niçin böyle.” Yerindedir o öyle. Alemde herşey yerli yerindedir. Ne ileri ne geri gidemezsiniz.
“O mevcudun Sani-i Ehad ve Samed’in mülkü ve eseri-i sanatı olduğuna şehadet ediyorlar.” (34)
Her varlığın güzelliği Ehad yani farklılıkları bir metinde, bir bedende güzel hale getirenin sanat eseridir. Güzellik ehadîdir. Aynı zamanda samedidir. Varlık nesi varsa ona muhtaç olduğundan elde eder.
Her varlık “mutlak bir intizamla, sürat-i mutlakada meydana geliyor.” Her varlık bütün varlıklara entegre bir genel güzelliğin içinde güzeldir. Bir şeyin, nesnenin güzelliği onu bütün güzellikler içinde uygun yerine koyan mutlak bir görmenin sonucudur. Bu yüzden mutlak bir intizamla meydana geliyor. Güzellik aceleye gelmez, itina ister. Allah bütün bu güzel mahlukları itinalı ama hızlı bir şekilde yaratır, bir porselen vazonun dış görüntüsü günlerce emeği gerektirir. Ama Allah mutlak bir süratle yaratır.
“Mevzun ve mizanlı olarak vüsat-ı mutlakada bulunuyor.”
Herşey vezinlidir, batı estetiği buna simetri diyor. Her şey simetri. Simetri güzelin vazgeçilmez özelliğidir. Bir insan elleri, kulakları diğer bütün azaları ile simetri sayesinde güzeldir.
Mizan da dengedir, mizanda da hem simetri ve hem de orantı vardır. Biçimsel simetri sayısal olarak da dengedir. Mesela bir portakal tanesi ağırlık olarak mizanlı, dengelidir, genel anlamda denge bütün kainatın esasıdır. En küçük varlıklardan hem varlığın kendi içinde hem de bütün varlıklar birden bir dengenin eşit ağırlığın varlığını ortaya koyar. Simetri ve orantı matematik demektir. Bütün kainat matematik oranları ve simetriye dikkat eden bir Ehad ve Samed’in yarattığı ve parlattığıdır. Sani-i Ehad ve Samed’dir.
Bediüzzaman orantıya niseb yani nisbetler diyor. O hem nisbeti anlatır hem de nisbetin ahireti gösterdiğini anlatır. O başka bir bahis.
Güneşin, ayın, yıldızların oranları vardır. Biri ağırlıkta farklı olsa simetri bozulur. Vücutta da her azanın oranı vardır. Vücuda mesela başın ağırlığı bütün bedene orantılıdır. Ağırlık fazla olsaydı omuzumuzda durmazdı, duramazdı. Allah herşeyi mizanlı ve mevzun, hem de mutlak bir süratle yapıyor. Denge ile hızı birleştiriyor.
“Taalluk ettiği şeyler yek karışık olmakla beraber büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibas ile yapılıyor.“ Bediüzzaman iki taşı gösterir ve der ki “bak kardeşim, aynı olan şey yok, hepsi imtiyazlı ve farklı.”
Her canlı kendidir, imtiyazlıdır. Varlık onu tahkir edemez o varlık içinde yerini alır. Karınca da güneş de imtiyazlıdır. Allah’tan imtiyazlıdır ve başkasının şahsiyetinin sınırlarına girmez. Ona karışmaz. Bütün bunlar, güzelleştiren, imtiyaz veren bir ilahın yaratmasıdır. Hegel karışıklığa kaos diyor. Allah bu kaos gibi görünen mahlukat mahşerinde herşeyi yerli yerinde güzel ve dengeli ve imtiyazlı iltibassız yaratıyor.
Mesnevi- Nuriye’de estetik
“Cemal sahibi daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu da ahiretin vücudunu ister.” (Hüsün ve ahiret/estetik 37)
“Herşey layık mevkiine vaz ediliyor.” (Estetik 39)
“Bu güzel müzeyyen münevver masnuatın sanii için mücerred bir manevi cemal vardır.” (40 estetik)
“Yüksek bir cemal sahibi bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle cemalinin inceliklerini görmek istiyor.” (40/estetik)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir. Çünkü, insan, Mâlikin kemalatına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor. Ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan, bütün esbab içerisinde en geniş bir salâhiyet sâhibidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar. (134)
Tarif ve estetik
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı alemde kurulan şu sergi-yi İlahide teşhir edilen tezyinata, kemalata, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulühiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lazımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetlere tefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Saniinin celaline, Malikinin iktidar ve kemalatına intikalle Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, ama öyle bir istidadı vardır ki, aleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen, külli bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.
“Evet, maşukun hüsnü, aşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelinin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkürle takdir ve tahsinlerde bulunsun.
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan aşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.
“Kezalik, bu alemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Malikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mucize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, aşık ve müştaklardan, arif dellallardan hali bırakmayacaktır. İşte, camiiyeti dolayısıyla insan-ı kamil, halk-ı eflake ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kainata da semere ve netice olmuştur. (183)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki, Sani-i Hakimin, efrad ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, alemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakkın şu tefennünde takip ettiği hikmet:
1. Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.
2. Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.
3. Kudretin kemalini izhar etmektir.
4. Celali ve cemali her iki nevi san’atı ibraz etmektir.
Maahaza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harflerle, bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüğünü san’atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudürunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmetle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir nevi abesiyete isnat ediyor. (209)
“Her bir masnuda tahakkuk eden kemal-i sanat Saniin her mekanda ve her masnuun yanında bulunmasına delalet ettiği gibi hiçbir mekanda ve her masnuun yanında bulunmamasına da delalet eder. (213)