Mesnevî-i Nuriye’de yıllarca kıvrandığım hakikati öğrenmiştim

Mesnevî-i Nuriye’sinde bir bahsi okumuş ve ‘bu meselenin halli nedir ki’ diye yıllarca kıvrandığım bir hakikati

Mustafa Ulusoy'un yazısı:

‘Ama Allah bunları herkese vermiş’

Daha birkaç saat evvelinde tomurcukları patlamış, yapraklanma hazırlığındaki kestane ağaçlarının yanından geçmiştim. Kollarındaki yavrusunu ninnilerle büyüten şefkatli bir anne misali, dallarındaki tomurcukları büyüten kestanelerin  tatlı neşesi benim ruhumu da sarmıştı.

Bahar, dupduru, berrak yağmur damlaları gibi ağıyordu yeryüzüne.. Topraktan fışkırmış her bitki, sabahın bu erken saatinde havayı tesirli ve ürpertici bir tazelikle dolduruyordu.

Dünya her daim hüsün ve cemalin tecellisine mazhardı ama baharda bir başkaydı; hayat suyunun içinde eriyip şerbete dönüşen şekeri andırıyordu baharda.

Yolda birkaç hanımeli kümesinin de yanında durup yayılan taptaze rayihayı içime çekmiştim derin derin. Dünya merhametin buğusuyla sarıp sarmalanmış, insanın nazarına sunulmuştu. Ve her bir duyumuzla, koklayarak, görerek, dokunarak hissetmek vakiydi bu şöleni.

Onun dünyasıysa dışardaki hayatla tam bir tenakuz içindeydi. Dış âlem saniye şaşmayan bir nizam ve intizamla tıkır tıkır işlerken, onun iç âlemi bozuk bir saatten farksızdı. Hatta çalışmıyordu bile içindeki hayat saatinin çarkları. Bir saat gibi durmuştu, hem de akrep ve yelkovan tam kışın üzerindeyken.

“Yolda karnını güneşin mayıştırıcı sıcağına açıp miskin miskin uyuyan bir kedi gördüm, o kadar kıskandım ki anlatamam,” dedi ve yaşla dolan gözlerini önüne eğdi. Melal mahzun bakışlarını kimsenin görmesini istemiyordu zahir.

Mağrur bir edayla yeniden söze başladı.

“Neden herkesin hayatı düzgünken, istedikleri her şeye sahipken, benim istediklerim olmuyor bir türlü.”

Bahar gelmiş, umurunda değildi. Ağaçlar tomurcuklanmış, ona neydi. Hava pırıl pırıldı ama bu aydınlık sadece istediklerine ulaşmış insanlar içindi. Ruhu acının dibine vurmuş, oraya demir atıp kalmıştı. Duyup hissedebildiği tek şey yüreğindeki elemdi, kederdi, mutsuzluktu, dert ve gamdı.

Gamlı gamlı hayatı seyre dalınca...

O bir şey değildi. Bir hiç bile değildi. Hiç olmak bile bir şey olabilirdi. En iyisi yok olup gitmekti.

“Allah da beni sevmiyor,” dedi aniden.

Gamlı gamlı hayatı seyre dalınca, insan sevildiğini de hissedemiyor. Ya da benliği buna mani oluyor. Karanlık bir odada kala kala gözler ışıktan rahatsız oluyor.

 “Allah’ın seni sevmediğini düşünüyorsun, çünkü?” diye sordum, cevabını bile bile.

“Sevseydi, istediklerimi verirdi,” dedi son derece emin bir tavırla.

Bundan sonra soracağım soruları, onun cevaplarını, ona söyleyeceğim şeylere yapacağı itirazları adım gibi biliyordum. Bir ay öncesi olsa, daha ileri gitmezdim. Ama artık burada durmayacak, o soruyu soracaktım. Çünkü Zamanın Bedii’nin Mesnevî-i Nuriye’sinde bir bahsi okumuş ve ‘bu meselenin halli nedir ki’ diye yıllarca kıvrandığım bir hakikati öğrenmiştim.

“Yaratıcı’nın sana verdikleri konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordum.

Yüzüme, beni hiç anlamıyorsun değil mi dercesine düş kırıklığına uğramış bir ifadeyle baktı.

“Arkadaşım da sizinle aynı fikirde biliyor musunuz? Dün gece uzun bir söylev çekti bana. Sana O göz verdi, burun verdi, beden verdi, organlar verdi, duyguları verdi, niye şükretmiyorsun ki deyip durdu telefonda.” Biraz duraladı, ne düşünüyor olabileceğimi tarttı, sonra ekledi. “Ben de ona dedim ki, ‘Ama bunları herkese vermiş. Herkese verdiği şeylerin ne kıymeti var ki.”

Göz bütün hayvanlarda var ama

Zamanın Bedii de yaklaşık bir yüzyıl önce yazdığı Mesnevî-i Nuriye’de aynı meseleye parmak basıyordu. “Bir nimetin umumî ve herkese şâmil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâlet etmez. Ve o nimetin bir kasıt ve iradeden gelmemesine emâre olamaz,” diye yazmıştı gözü örnek vererek: “Mesela, göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebep olamaz. Ve keza, hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet, behemehal bir Mün’imin eser-i kast ve iradesidir.”

“Senin mantığına göre,” dedim, ne söyleyeceğimi zihnimde tartarak, “Allah göstermesin de, mesela bir hastalığa yakalansan, önce herkeste olan gözünü kaybetsen, hani, herkeste olduğu için önemsiz ya,  sonra burnun koku alma özelliğini yitirse, sonra hastalık kulaklarına sirayet edip hiç duymasan artık, o herkeste bir çift var olan ayakların da tutmamaya başlasa, sanırım hiç üzülmezsin. Çünkü tüm bunlar her insanda mevcut ve herkeste mevcut olan şeyleri kaybetmenin hiçbir ehemmiyeti yok, çünkü önemsiz şeyleri kaybetmiş olacaksın.”

Ne demek istediğimi anlamıştı.

Yazının tamamı için tıklayınız

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Bediüzzaman Haberleri