Gerek gerçek kişilerin, gerek tüzel kişiliklerin yaşadığı en büyük krizin meşruiyet krizi olduğuna inanırım. Meşruiyet, akıldan da öte, doğrudan vicdanda karşılığı bulunan bir öze sahiptir; ve dolayısıyla, meşruiyet krizi her türlü akıl oyunlarına, her türlü laf ve mantık cambazlığına rağmen bir türlü aşılamaz bir nitelik arzetmektedir. Vicdanla ilgili bir mesele doğrudan kalbi ve duyguları harekete geçirdiği için, meşruiyet krizi yaşayan kişiler ve tüzel kişilikler mevcut hallerini korudukları sürece bu krizin üstesinden gelemezler.
Meselâ Firavun ve yandaşları Musa aleyhisselamı öldürmeye niyetlendiklerinde, Firavun ailesinden hakperest bir insanın sorduğu soru, onların Musa aleyhisselamı katle yönelmiş ellerini zayıflatan, zira onları meşruiyet krizine duçar kılan vicdanî bir sorudur: “Sırf ‘Rabbim Allah’tır’ diyor diye bir adamı mı öldüreceksiniz?”
Firavun ve yandaşları, bu meşruiyet krizini aşmak için, Musa aleyhisselamın kendi iktidarlarına göz diktiği gibisinden ‘haklılaştırma’ gerekçeleri üretmeye çalışsalar da, gizleyemedikleri bir gerçektir bu. Musa aleyhisselamın varlığının onları rahatsız etmesinin asıl sebebi, bir asla ve bürhana dayanan “Rabbim Allah’tır” itikadıdır; ve bizim gibi bir insan olduğu halde “Ben sizin en yüksek rabbinizim” iddiasındaki Firavun’un karşısındaki duruşu da bu açık gerçeğe dayanmaktadır. Hiçbir propagandanın örtemediği bu vicdanî gerçek, Firavun ailesinden bir insanın dahi vicdanında yer bulmuştur ki, Firavun’un danışma heyetinde dilinden düşen “Rabbim Allah’tır” dedi diye bir adamı mı öldüreceksiniz?” sorusu, kurdukları bütün ‘haklılaştırma’ düzeneğini altüst etmiştir.
Asr-ı Saadet’e bakıldığında ise, Kureyş’e ‘meşruiyet krizi’ yaşatan bir dizi olay içinde en çok, Sümeyye radıyallahu anhın şehid ediliş anı dikkati çeker. Ammar b. Yâsir’in annesi olan Sümeyye, yaşı başını almış bir kadın olarak iki bacağı ters yöne giden iki deveye bağlanmış halde işkenceye maruz bırakılıp Ebu Cehil’in mızrağıyla katledildiğinde, bunun sebebi, tıpkı Musa aleyhisselam gibi “Rabbim Allah’tır” demesi, Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselama gelen vahye ittiba edip, O’ndan gayrı herşeyin ve herkesin ilahlık iddiasını reddederek “Lâ ilâhe illallah” hakikatine teslimiyetini ilan ve ikrar etmesidir.
“Rabbim Allah’tır ve O’ndan başka ilah yoktur” dedi diye yaşlı bir kadını ağır işkencelerle öldürdüğü o gün, esasında, Kureyş müşrikleri ile Hz. Peygamber ve ashabı arasındaki mücadeleye dair hükmün vicdanlarda verildiği gündür. Şirk yolunun amansız yolcuları, iman yolunun yolcularına karşı verdikleri savaşı, vicdanlarda esasen işte o gün kaybetmişlerdir. O tarihten sonrası, bir bakıma, sadece ‘uzatmalar’dan ibarettir. Ve bu uzatmalar esnasında sergilenen hiçbir çaba, hiçbir akıl oyunu, hiçbir mantık zorlaması, hiçbir savaş taktiği, Sümeyye radıyallahu anhın katledildiği o gün Kureyş’in vicdanlarda yaşadığı mahkumiyet hükmünü geri çevirememiş; Kureyş elindeki onca maddî imkâna ve propaganda gücüne rağmen sürekli mevzi ve taraftar kaybetmiş, İslâm’ı seçenlerin sayısı ise sürekli artmıştır. Sümeyye radıyallahu anhın şehadeti, İslâm düşmanlarının değil, İslâm’ı seçenlerin sayısını arttırmıştır. Çünkü, “Rabbim Allah’tır” dedi diye yaşlı bir kadını katletmenin, mü’min yahut kâfir, dindar veya lâdinî farketmez, hiçbir insanın vicdanında bulabileceği bir karşılık ve girebileceği hiçbir meşruiyet zırhı yoktur.
Filistin halkına İsrail ve Amerika’nın elbirliğiyle yaşattıkları için de böyle bir durum sözkonusudur. Tek-kutuplu dünyanın yegâne süpergücü Amerika’nın tartışmasız desteğini hep arkasında hissetmesine, dünyanın finans ve medya kaynaklarını büyük ölçüde kontrolü altında tutmasına, her türlü siyasî-ekonomik tehdidi ve her türlü propaganda cambazlığını icra etmesine rağmen siyonist örgütlenmenin Filistin’de ve Filistinlilere karşı dünya halkları nezdinde bir ‘meşruiyet krizi’ yaşıyor olması, dikkate değerdir. Çünkü yine, bebeği, çocuğu, kadını ve yaşlısıyla bir halkı topyekün düşman olarak algıladığını fiilleriyle gösterdikten sonra, hiçbir propaganda tekniği vicdanlarda verilen bir mahkumiyet hükmünü geri çeviremez. Amerikan toplumunda dahi, “Filistin’de adil bir barış olmadan dünya barışı mümkün değildir” görüşünün giderek ağırlık kazanıyor olması, bir rastlantı değildir.
Bu topraklarda yaşananların özünde de, bu dozajda olmasa da, bir ‘meşruiyet krizi’ yatıyor. ‘Lady Macbeth’ psikolojisi ruhlarını sarmış bir mütegallip ve mütehakkim zümre, ne kadar çabalarsa çabalasın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, tesettürlü bir genç kızın bu kıyafetiyle okula gitmesinin nasıl bir ‘tehlike’ oluşturduğunu; yahut bir sekreterin tesettürlü halde telefona, bir tesettürlü doktorun ise bu halde hastasına bakmasından nasıl bir ‘rejim tehdidi’ zuhur ettiğini dindar veya lâdinî hiçbir ehl-i vicdana anlatamıyor, ikna edemiyor, inandıramıyor. Propagandalar, akla ziyan mantık cambazlıkları, ikna odaları, hepsi nafile. Hiçbir vicdan, başı örtülü diye bir genç kızın niye ‘tehdit’ ve ‘tehlike’ haline geldiğini; ve niye ‘eğitim hakkının elinden alınmasını hakettiğini’ bir türlü kabullenemiyor.
Meşruiyet krizinin yaşandığı durumlarda, krizi aşmanın tek bir yolu vardır: vicdanlarda ma’kes bulan hükmün gereğini yapmak, yanlıştan vazgeçmek ve haksızlığı izale etmek…
Aksi yönde hiçbir inat, vicdanlarda kaybedilmiş bir savaşı kazandırmayacak. Ama bu ülke bir gerilimin kucağında zaman ve enerji başta olmak üzere çok şey kaybedecek.
Dileyelim ki, böyle olmasın da, aklıselim hâkim olsun...