Yaşar Kılınç: “Dinimizin meşverete verdiği önemi açıklar mısınız?”
Meşveret, müşâvere, istişâre ve danışma Kur’ân’ın emridir.1 Cenâb-ı Hak bizzat, insanın yaratılışı esnasında—kendisi muhtaç olmadığı halde—meleklerle istişârede bulunarak, istişârenin daha ilk insandan itibâren uygulanmasını teşvik etmiştir.2 Yani Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışının gündeme geldiği ilk anda, insanda görmek istediği iş, hizmet ve faaliyet disiplini ve usûlünün temelinde “istişâre”nin olmasını murâd etmiş ve bu İlâhî murâdı, hiç mecbur olmadığı halde, bizzat Kendi Zât-ı Âlîsi uygulamıştır.
Demek, insanı ilgilendiren ilk İlâhî emir, istişâredir. Bu emir Peygamber Efendimiz (asm) tarafından da uygulanmış, meşveret konusundaki İlâhî duyarlılık korunmuş ve gösterilmiştir. Söz gelişi, gerek Bedir Savaşına karar verilirken, gerekse savaştan önce Bedir’de karargâhın yerleştirilmesi sırasında Allah Resûlü (asm) ashabıyla istişârelerde bulunmuş ve istişâre sonucuna riâyet buyurmuştur. Kendileriyle istişâre edilen Ashab-ı Kiram da gâyet nezih bir biçimde fikirlerini beyan etmişlerdir. Bedir’de ilk karargâh kurulan yerde Hubab b. Münzir (ra): “Yâ Resûlallah! Buraya karargâh kurmak Allah’ın emri midir? Yoksa sizin reyiniz midir?” diye sordu. Allah Resûlü (asm): “Benim reyimdir” deyince Hubab: “Yâ Resûlallah, biz savaşçı kimseleriz. Burası karargâh kurmak için pek muvâfık yer değildir. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim” diye fikir beyan edince, Peygamber Efendimiz (asm) bu görüşü beğendi ve karargâhın oraya kurulmasını emir buyurdu.3
Üstad Hazretleri bu ezelî emre uygun olarak meşveret üzerinde önemle durur. Hazret-i Üstadın Cumhûriyet hakkındaki fikirlerinin temelinde de aynı ezelî duyarlılık vardır. Yani devlet yönetiminde tek adamın saltanatı yerine, meşverete esas olmak üzere milleti temsil eden bir meclisin bulunması şer’îdir.
Bedîüzzaman Hazretleri bu sözüyle, dîn hizmetlerinde meşveretin hiç şüphesiz vazgeçilmez bir usûl ve prensip olduğunu, hizmette muvaffâkiyet için, Kur’ân’ın canlı tuttuğu ilk istişâre örneğinden muhakkak ders alınması gerektiğini vurgulamış olmaktadır. Meşveret yapılmak sûretiyle görüşlerin teşettütten, yani dağılıp dolaşmaktan, dallanıp faydasız hale gelmekten korunmasını tavsiye etmiş, böylece meşveretin bir hikmetine de işâret etmiştir.
İnsan ehak olanı, yani en hak ve en doğru olanı arama peşinde çoğu zaman hak olandan da mahrum olur. En iyiyi ararken, iyiyi de kaybeder. Yani insan fikri, kendi başına karar vermekten çoğu kez âcizdir. Çünkü önünde hep bir çok ihtimal ve seçenek sıralanmıştır. Hepsi de birbirinden iyidir; hepsinin de tercihe şâyân yanları vardır. Hepsini birden yapmaya kâdir olamaz. Birisini tercih ettiği zaman, diğer menfaatlerden uzak bulunması veya daha iyinin diğer tercihler içinde olma ihtimali insan fikrinin dağılmasına ve içinden çıkılmaz kararsızlıklara yol açar.
Oysa diğer yönden bir an önce karar verilmeli ve eyleme başlanmalıdır. Atalarımız bunu ifâde için, “En kötü karar, kararsızlıktan daha iyidir” demişlerdir. Çünkü kararsızlık, fikir dağınıklığı ve ifrat derecede en iyiyi arama titizliği çoğu kez müstakim karar vermeye de mâni olmaktadır.
Demek, vazgeçilmez adımların karar verme ve uygulama sürecinde meşveret hep başarının altın anahtarı olarak önümüzde durmakta ve durmaya devam edecektir.
İşte dînimizin ön gördüğü insaf usûlleriyle yapılan meşveret, yani Üstadın ifâdesiyle meşveret-i şer’iye, fikirlerin dağınıklığını giderir; görüşlere belli bir hedef çizer, istikamet verir; potansiyel gücün en faydalı biçimde kullanılması böylece temin edilmiş olur.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/158; Şûrâ Sûresi, 42/38.
2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 249.
3- Tabakât, 3/567,
Yeni Asya