Maksatsız, beklentisiz ve başıboş yaşayan insanları tarif için çoğu zaman, 'ot gibi yaşıyor' tâbirini kullanırız. Ot, basit bir nebat değil elbette. Renginden tut, bünyesine göre tonlarca ağırlıkta sayılabilecek toprağı, yer çekimine rağmen yukarıya doğru delip çıkabilmesi, basit de olsa bir hayat sahibi olması, hararetli güneşe karşı günlerce yeşil kalabilmesi gibi, birçok yönüyle bugünkü ilmin bile tam çözemediği bir mucize.
Bazen dikkat çeksin ve iyice anlaşılsın diye verdiğimiz örnekler olur. Şurada yüz kilo ot olsa; yanına da bir kilo et, iki kilo süt konsa; "Bu etle süt, bu ottan oldu" denilse, bundan habersiz biri, şüphesiz "olamaz" diye itiraz edecektir. Halbuki basit bir yeşil ot, bir hayvanın midesinde istihaleye uğrayınca süt, et, kemik, boynuz, gübre, yün, kan gibi birbiriyle ilgisiz, hepsi de insana göre tanzim edilmiş, ayarlanmış, sekizden fazla maddeye dönüveriyor. Demek, otun içinde, bunların hepsini netice verecek, bunlara dönüşebilecek mineral depolanmış. Yani, diyesim o ki ot deyip geçmeyelim. Otları bazen de sorumsuzca çiğnerken, hangi nimetlere bastığımızı ya da nelerin farkında olmadığımızı unutmayalım.
Neyse böyle bir giriş yapmamıza, "Açıkdeniz" dergisinin son ekim sayısında çıkan, Metin Karabaşoğlu'nun Almanya'nın Tübingen şehrinde gezdiği "Tübingen Botanik Bahçesi"ndeki izlenimlerini anlattığı, "Bir Bahçenin Düşündürdükleri" yazısı vesile oldu.
Bu yazıya geçmeden önce, dikkatimi çeken dergideki güzel ve ısrarla okumanızı tavsiye edeceğim bir yazı da Murat Kuru'nun "Öfkeden Şiddete Olumsuz Duyguların Serencamı" yazısı. Kötülük problemi de denilen "Olumsuzluklar ve bu olumsuzluklara neden olan olumsuz duygularımız niçin var?" sorusuna cevap aranıyor yazıda. "Olumsuz duygularımız olmasaydı, hayatımız daha güzel olur muydu?" diye soruyor. Olur muydu gerçekten?
Çok güzel değerlendirmeler yapılmış. Mesela öfke, nefret, mutsuzluk, üzüntü, keder, kaygı hayatımızda yok olsun, farz edelim. Bunun cevabı veriliyor ve birinci paragraf "Olumsuz duygularımız olmasaydı, insanlığımızı yitirirdik" diye bitiyor. Gerçekten de babamız, anamız veya bir yakınımız öldüğünde, hiç üzülmediğimizi; bir adaletsizliğe öfkelenmediğimizi; bir istismara kızmadığımızı düşünelim. İnsanlığımızı yitirmiş olmaz mıyız? "Duygular, ister olumlu ister olumsuz olsun, yaşam enerjimizdir, motivasyonumuzdur, hayatımızın yakıtıdır." cümlesi özet ve önemli bir cümle. Bir başka önemli cümle ise, "Kâmil bir insan olma yolculuğunuzdaki en önemli imtihanlarımızdan biri, bu duygularımızı dengeli ve yerli yerinde kullanmaktır." ifadesi. Demek, işin sırrı dengede. Günde kırk defa "Rabbimiz, bizi sırat-ı müstakime, dosdoğru, aşırılıklardan uzak, dengeli yola ilet." duamızda da bunu istiyoruz zaten.
Rabbimiz, bizden fıtratımızı değiştirmemizi değil; fıtratımızda olan öfke, sevgi, inat, hırs gibi duygularımızın mecralarını, yönlerini, yüzlerini hayırlı cihetlere çevirmemizi istiyor. Yani kontrol edip yok etmemiz gereken duygularımız değil; davranışlarımız olmalıdır. Duyguları yok etmek, olmazı istemektir. Bu da kendine fenalıktır. Ayrıca her yenilgimiz, ümitsizliğe yol açar. Bizim için önemli ve 'olmazsa olmaz' olan, olanları seçip sıraya koymak. Mesela, şimdiki bir öfkemizi kamerayı alabilsek, bir müddet sonra bir önceki öfkemize öfkeleneceğimizi görebiliriz. Bir nizaya bile değmeyen bir dünyada bir hata, kusur, küçük bir korna sesi, bir söz, davranış veya aksayan bir hizmetin, öfkeye değmediğini hemen anlarız.
Emr-i İlâhî olan "Kızdıklarında, öfkelerini yutan, affedici olan bir insan" olabilmek; kötü de görünse karşılaştıklarımızda, Rububiyetin; kaza ve kaderin; kusurlarla alûde nefsin ve ayrıca şeytanın; kötü arkadaşların; acelecilik ve unutkanlığımızın; mal ve makama düşündüğümüzün hissesini görebilmek; kısa nazarımız, âcizlikle yoğrulmuş mahiyetimiz ve dar bakışımızın farkına varabilmek; elinden geleni yaptıktan sonra, takdire rıza göstermek; bir müminin en önemli özelliklerinden olduğu gibi, gerilim, stres ve zorlukların da koruyucu kalkanlarıdır.
Başta ifade ettiğimiz Metin Karabaşoğlu'nun çok değerli yazısına daha yeni gelebildik. Metin Bey, mezkûr botanik bahçesini bir Almanya seyahatinde, kendisini zevkle dinleyip istifade ettiğimiz Avukat Ahmet Özkılınç ile geziyor. Ahmet Bey'e de buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
İki bin kadarının tıbbî bitki olmak üzere, on iki binden fazla bitki türü saklayan bu muazzam botanik bahçesinin 1535'teki kurucusu Leonhart Fuchs, sonra da kırmızının mora yaklaşan tonunu ifade eden 'fuşya' renginin de isim kaynağıymış.
Almanya'nın uğradığı dağılma ve birleşmeler, savaşlar ve dönüşümlere rağmen bu bahçe, varlığını sürdürüyor. Hatta büyüyüp genişliyor. Aynı addaki üniversite öğrencileri için de bir laboratuvar niteliğinde. Metin Bey, internetten bir araştırma da yapmış. Türkiye'nin üçte biri büyüklüğündeki Almanya'da 125 botanik bahçesi varken, biz de sadece dokuz adet varmış. Bu da ayrı bir açmazımız.
Bu kadar zengin bitki ve otu bir arada, uyum içinde, birbirine zarar vermeden yaşıyor olarak görebilmek, Metin beyi başlıkta verdiğimiz "ot gibi yaşamak" benzetmesine götürüyor. İsterseniz son paragrafta yer verdiği bu metaforun geçtiği bölümü aynen aktaralım.
"Gittiği yerlerde binalar kadar, orada yetişen farklı bitkileri, ağaçları ve çiçekleri amatörce de olsa keşfe çalışan; mesela Aydın dağlarının tepesinde, Bitlis'te Nurs vadisinde, Trabzon'da Sorsi Yaylasında, daha önce hiç görmediği bir ot veya çiçek görmekle büyük mutluluk duyan biri olarak, Tübingen Botanik Bahçesinde her iklimden ve her coğrafyadan bitkileri bir arada görmekle nasıl mutlu olduğumu tarif etmem imkânsız. Eminim ki o bahçelerin hatırası yaşadığım müddetçe beni bırakmayacak ve hatırladığım her an yeniden bir mutluluk sebebi olacak.
Botanik bahçeleri gibi, kâinattaki çeşitliliği, bütün yeryüzünü gezmeye mecbur kalmaksızın tek bir yerde, bize en çarpıcı şekilde gösteren mekânlar, bence bir işlevi daha taşıyorlar. Farklılığın Allah'ın bir kanunu olduğu, bereketin çeşitlilikte olduğu, tektipleşmenin sünnetullaha isyan niteliği taşıdığı...
Kâinattaki farklılığı ve o farklılık içindeki zenginlikle uyumu gören her göze gösteren botanik bahçeleri, keşke artsa ve herkes oralara gidebilse de uyum içinde beraberce yaşamayı otlardan ve ağaçlardan öğrenebilsek... Şu sürekli çatışmacı halimizde "ot gibi yaşamayı" bile beceremediğimizi fark edip utanarak, insanlığın hakkını verebilen insanlara dönüşebilsek..."
Evet dostlar, "ot gibi yaşamak" benzetmesini başka bir makamda duysak, tam tersini düşünürüz değil mi? Beni şaşırtan bu benzetme, önemli dersler veriyor bence.
Selam ve dua ile.