"Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.
Askerliğine kadar hayatı İstanbul'da geçmiş bir arkadaşım vardı. Askerliğini Urfa'da yapmıştı ve her Türkiyeli gibi anılarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde en çok gece nöbetlerinden korktuğunu söylemişti. İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D) Bölge itibariyle. B şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim. Bu düşüncemi bir soru cümlesi olarak kendisine de açtım. Ondan olmadığını söyledi. Şaşıracaksınız, ama korktuğu kurşunlar değil, yıldızlarmış. Gece nöbetlerinde gökyüzüne bakmaya korktuğunu anlattı. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiası vardı: Urfa'da yıldızların dünyaya daha yakın olduğunu düşünüyordu. Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.
Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, bir metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla, yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz semada saatlerce sohbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak veya öyküler uydurarak.
Gökyüzü o zamanlar önemli bir meseleydi. Bir yıldızı kayarken gördüğünüzde anlatacak bir hikayeniz de olurdu. Kendinize bir yıldız seçerdiniz ve sonra da "Hangisi senin? Hangisi benim?" kavgası ederdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Bu sefer de şekilden şekile giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutların arasından geçerken hiç mi kanatlarına pamuk takılmazdı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı.
Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Yengemlerin köyüydü ve bir tepenin dibindeydi. (Şimdi o tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı dinamitle traşlamışlar diye duydum.) Güzel bir hava vardı ve çocuklar olarak hemen 'tepeye ilk önce kim çıkacak' yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi. Ancak zirveye çıktığınızda arkasında uzunan geniş araziyi görüyordunuz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.
Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler görünüyordu. Ve bulutlar, hızını idrak edebildiğim bir çabuklukta, koşmakta idiler. Endişeyle aşağıya indiğimi hatırlıyorum. Yolda diğer çocukları da uyardım. Hep beraber bir eve sığınana kadar azıcık yağmur yemiştik bile. Ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.
Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asfalt var. Allah "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sonra da sokak lambaları ve reklam panoları. Şimdi son bulmayan bir aydınlığımız fakat kaybettiğimiz bir gökyüzümüz var. Apartmanları aşabilecek göz zor bulunur. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla doğal ekranlar küçüldü. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü onlar asla bir buluttan korkmayacaklar ve asla yıldızlar kafalarına düşecek gibi olmayacak.
Ama haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı gidip dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, paketlenmiş halde bize getirilen 'doğa parçacıkları' onlar. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti Aslanları'nı mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara yaylalarını köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Kendi günlüklerimiz yok ama Büyük Kedilerin Günlüğü'nü bizzat biz tutmuş kadar olduk.
Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, ama bunların 'sahiciliğinden' şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Bazı sahneler doğada bile çekilmiyormuş. Tabii, iyi niyetlerle, 'halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için' böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Araya giren insanlar ve onların bulaşık elleri nedeniyle kirlenmiş/yönlendirilmiş durumda.
Mürşidimin 'beşerin bulaşık eli' ifadesini kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. İnsan neye dokunsa, neyi taşısa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının zararlarıyla onun aslını bozuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu yalanla yapmazsa, vurguyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.
Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Geçtiğimiz yıllarda (2015 yılı) Cüneyt Özdemir Kanal D'nin Anahaber'ini sunarken kendisine atılan bir twiti okudu: "İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?" Özdemir buna şöyle cevap verdi: "Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye'de durum böyle." Lafızlar tastamam tutmayabilir ama manaca konuşulan aşağı-yukarı buydu.
Özdemir'in cevabı doğrusu benim altını çizmeye çalıştığım şeye çok uyuyor. O gün işyerime giderken oynaşan yavru kediler de görmüştüm ve şöyle bir twit attım sonra: "Kediler insanların morallerini düzeltmek için birbirleriyle şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin bunları görmeye niyeti yoktu." Her sabah doğan güneş, o büyük döngü ve devinim kimsenin moralini düzeltmiyorsa ve anahaberler (hem de baharın ilk günlerinde) her gün yaşanan onca güzel şey içinde yayınlayacak iyi haber bulamıyorlarsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Göz böylesine kötüye hassaslaşmış ve iyiye körleşmişken Allah'tan daha fazlasını beklemek doğru mu? A'raf sûresi 179 denildiği gibi: "Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler..."
Haberlerden izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman'ın İkinci Söz'de dediği gibi 'nazarında pek fena bir memlekete düşen'lerin dünyasıdır. Hodbinliğinden/ben merkezciliğinden ötürü, faydasız gördüğü her iyi şeyi boşlamış, 'ene'si için olmayan herşeyin doğal olarak kötüye dönüştüğü/dönüştürüldüğü karamsar bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar 'ben'inin etrafında dönmez. Bencile etrafında dönmeyen herşey düşmanı görünür. Çünkü onun merkeziyetini kabul etmemekle ona ihanet etmişlerdir.
Sinema ve dizi sektörü de bundan uzak değil. Beyazperdeden öğrendiğimiz dünya da aslında elekten geçmiş bir dünya. Üstelik tastamam seküler bir elekten. Beşerin bulaşık eli yine devrede. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?
Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin kazandığı bir âlem. Namuslunun, dürüstün, şereflinin her açıdan kaybettiği, hor görüldüğü, ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir tasavvur ve tahayyül! Kur'an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bunlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah'a isyana götürür. Kendi kurgumuzun içinden 'sanki Allah hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak' Allah'a isyan etmek için nedenler devşirir ve sonra da onunla isyan ederiz. Çevremde Allah'la sorunu olan çoğu insanın böylesi acıtasyon filmlere, tavırlara, sloganlara, kitaplara düşkün olduğunu görmem beni şaşırtmıyor. Çünkü gerçekler onlara gerekli isyan malzemesini vermiyor. Kurgu nedenlere ihtiyaçları var. Mükellef sofralarda rakı içip sonra da fakirlik edebiyatı yapmalılar.
İyisinin durumu bile bundan iyi değil. Hep yakışıklı, hep güzel, hep komik, hep karizmatik, hep neşeli günahkârlarla dolu bir dünya. Bakıyorsunuz, pek de imana gerek yokmuş gibi duruyor. Böyle de mutlu olunuyor demek ki. Kalpler görünmüyor ki beyazperdede. Rolünü yapıp, hem de güzel yapıp, çıkıyor rolden oyuncular. Çıktıktan sonrasını bilmiyorsunuz.
Sırlar Dünyası, Kalp Gözü, bilmem nesi... Onların da bundan farkı yoktu. Anahaber bülteninde 'sahte dilenciler' haberi yapan STV, Sırlar Dünyası'nda Hz. Hızır çıkan dilenci hikayesi anlatıyordu. Cebimizdeki bozuk parayı versek mi, vermesek mi? Yine iyiler hep aptal ve kötüler hep akıllı. Kurtulmak için de mutlaka rüyana birilerinin gelmesi veya bir evliyanın seni 5. Boyut'tan ziyaret etmesi gerekiyordu. Kurgu bir dünya, dünyanın kendisinden değil, insanların elinden okunmuş bir dünya. Bu dünya fıtratın ayarlarını bozuyor.
Şimdi Bediüzzaman'ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum. Sırf bir siyaseti terk değil bence onun ardındaki sır. Kendisine dayatılan kurgu dünyanın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle kendisine sunulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman Said Nursi. Cüneyt Özdemirlere direniyor ve artık kainatı bizzat kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde "Belgeselden doğaya bakın!" dememiş, "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" demiş. "Gazetelerden malumat edinin!" dememiş, "Hiç düşünmez misiniz?" demiş.
"Gazete gibi okumayın!" derken de kastettiği böyle birşey olabilir mi Bediüzzaman'ın? Kimbilir... Ama nihayetinde doğru bir evren ve varlık algısı doğru bir imanın başlangıcıdır. Eşyayı olduğu gibi görmeyen, Allah hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir, inanabilir. Bu yüzden belki de Haşir Risalesi'nin sûretlerinde (ve hatta Bediüzzaman'ın bütün hikayelerinde) iki yolcudan iyi olan, kötü olanın önce 'varlık algısını' düzeltmeye çalışır.
"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."