Arada bir, hiç olmazsa ayda bir defa Asr-ı Saadet rüzgârının yüzüme vurması, bir zerrecik de olsa Sahabe kokusu almak arzusuyla Eyüp’e giderim. Bazen de Eyüp Mezarlığına çıkan taşlarla döşenmiş Piyer Loti’ye uzanan yolu takip eder, kahraman ağabeylerim Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Mutlu ve diğer seçkin kutlu insanların kabirlerini ziyaret eder başka bir âlemde teneffüs ederim. Yine böyle bir günde öğle vakti vazifemi yapmış ezanın çağrısına uyarak aşağıya doğru yürümeye koyulmuştum, sessiz hatiplerin arasından geçip giderek.
Camiye geldiğimde genç bir doktorun cenazesiyle karşılaştım. Henüz ömrünün baharındayken dünya misafirliği sona ermiş genç doktor birazdan ebediyet âlemine uğurlanacaktı. Kâinatın yaradılış gayesine mihmandar olma şerefine ulaşmış büyük Sahabe Ebu Eyyüb el-Ensârî Halid b. Zeyd’in komşuluğunda âhirete intikal etmek aslında büyük bir şeref olarak sayılabilirdi. Öte yandan çok eski bir mezarlık olması hasebiyle İstanbul’un nice gönül mimarları da burada medfundu. Kıymetli Kur’an talebeleri, sayısız irşâd erleri hep burada yatıyordu. Ben de vefat ettiğimde buraya defnedilmeyi çok arzu ediyorum, bilmem nasip olur mu?
Cenaze namazı kılındıktan sonra yavaş yavaş cenaze alayı hareketlendi. Geriden takip eden hanımlar ise çok içli bir şekilde gözyaşı döküyorlardı. Tam bu esnada yarı meczup görünüşlü bir adam “Ağlamayın!” diye bağırdı. “Ağlamayın, benim bu mezarda Şeyhim var.”
Deli mi yoksa velî miydi bu adam bilmiyorum ama söylediği söz pek hikmetliydi. Ağlanmaması gerektiğini, zira nice mânevî sultanların bulunduğu yere doğru gidildiğini ihbar ediyordu. Yanına yaklaşıp birkaç cümle konuşmak istedim ama her nasılsa gözden kayboluverdi.
Kâmil bir imanla ömür sahifesini mühürledikten sonra arkamızda kalanların ağlamaktan ziyade sevinmeleri lâzımdır. Ölüme karşı mert olmalıyız, erkekçesine ona bakıp ne istediğini öğrenmeli ve bu istikamette bir hayat yaşamalıyız. Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynen böyle diyor: “Ey nefis! Başta Habibullah bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister.”
Ölüm, nefislerimizin terbiye edicisi, akıllarımızın öğretmeni, gönüllerimizin sevgilisi, ruhlarımızın sultanı olan Habibullah’a (a.s.m.) kavuşmaya vesile olacaksa ne gam! Kabir yolculuğu O güneşler güneşinin etrafında bulunan nice yıldız misal insanlara ulaşmayı netice verecekse hüzünlenmek manasızdır, ağlamak abestir.
Şimdi bu manayı Asr-ı Saadet çarşısında arayalım, zira müşteri olanların fazilet ve kemalâttan başka bir mal bulamayacağı bir kutlu çarşıdır orası.
İşte Asr-ı Saadetin en hüzünlü belki bütün zamanların en hüzünlü zamanı; uğruna kâinat yaratılan Zât’ın (a.s.m.) kâinatta son anlarını yaşadığı ölüm anları. Etrafında hıçkırıkla sarsılan sinelerin, hasret sellerini salıveren gözlerin en acılısının sahibi Hz. Fatıma idi. Peygamberimiz (a.s.m.) kulağına bir sır fısıldadığında acısı bin kat artmış, adeta bütün hücreleriyle ağlamıştı. Çünkü bu sır Efendimizin (a.s.m) ölümünü haber veriyordu. Hz. Fatıma’nın üzerine dökülenler gündüzlerin üzerine dökülseydi, gündüzler gece olurdu; zaten dünya üzerine yıkılmış gibiydi ve inim inim inliyordu. Ve onu bu elîm halden alıp, sevinip gülmesine, düğün bayram yapar gibi mutlu olmasına sebebiyet veren ikinci sır kulağına fısıldanmıştı yine en mübarek dil tarafından. Efendimiz (a.s.m.) Fatıma Annemize “Ailemden en önce bana sen kavuşacaksın” demişti. Yani kısa bir zaman sonra öleceğini söylemişti lâkin yakında öleceğini öğrenmesine rağmen Hz. Fatıma’da gamdan kederden eser yoktu. Ölüm onu biricik babasına, kâinatın iftihar vesilesine (a.s.m.) kavuşturacak en güzel müjdeydi onun için. Efendimizin (a.s.m.) ölümünden altı ay sonra cana minnet saydığı ölümü yudumladı, altı aylık firak-ı Nebevî (a.s.m.) ruhuna altı asır ağırlığında gelmişti. Gül-ü Muhammedî (a.s.m.) uğrunda solarken hiç tereddüt etmedi Gül Fatıma.
Resûlullah’ın vefatının üzüntüsüyle başlayan hastalık Hz. Ebu Bekir’i ölüm döşeğine düşürmüştü ve başucundaki Sevgilinin Sevgilisi Hz. Aişe’ye soruyordu:
-Peygamberimiz (a.s.m.) hangi gün vefat etmişti?
-Pazartesi.
-Bu gün günlerden hangi gündür?
-Pazartesi.
Ve Allah Resûlünün (a.s.m.) aşkıyla en çok yanan kalbin sahibi, Allah Resûlü’nün (a.s.m.) en çok sevdiği insan Hz. Ebu Bekir ölümün hasret yarasına merhem süreceğini biliyor ve Rahmet-i İlâhiye’den niyaz ediyordu: “Allah’tan bu gece ile arama başka bir gece sokmamasını umarım…” Hz. Ebu Bekir’in bu ölüm duası kabul olmuş, böylece âşık maşukuna kavuşmuştu.
Hz. Abdullah b. Mesud ölüm döşeğinde yatarken, kendisine Hz. Osman’ın “Sana bir tabip göndereyim mi?” diye sormasına karşılık “Zaten beni tabip hastalandırdı! Senin göndereceğin tabip ne yapabilir ki!” diye cevap vermesi yüreğinin hasret ateşinde yandığının ifadesiydi. Onu söndürecek de ölümden başka bir şey değildi. Gönlünün tabibi, Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed’e (a.s.m.) kavuşmak için ölüm, Hz. Abdullah b. Mesud’a tedavi olmaktan daha sevimli geliyordu.
Mü’minlerin İmamı Hz. Muhammed’in (a.s.m.) müezzini Hz. Bilal de ölüm döşeğinde gülenlerden, kabre sevinerek girmekte tereddüt etmeyenlerden. Son anlarını yaşarken hanımı “Ne acı, ne kötü!” diye dövünerek ağlarken Hz. Bilal ise gülmektedir; zira ölüm vesilesiyle hasret gözyaşları dinecektir. Sevdiklerine kavuşacağı için ölüm yolculuğuna çıkarken yüzünde huzur tebessümü vardır, dilinden de şu kelimeler dökülür: “Ne mutlu bana artık Sevgililerime kavuşuyorum… Artık Allah Resûlü (a.s.m.) ve arkadaşlarıma kavuşuyorum.”
Ümmetin Emini Hz. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın Şam’da çıkan veba salgınına karşı sergilediği emsalsiz duruşu kelimelerin ifade gücüyle anlatılacak cinsten değil. Bu büyük sahabe bulunduğu civarı etkisi altına alan, ölümün en güçlü ayak sesleriyle gelmesini sağlayan, otuz bin gibi yüksek sayılarda toplu ölümlere sebep olan vebanın yayılmaya başladığını duyunca “Allah’ım! Ebu Ubeyde ve ailesini de hissedar eyle” diye dua etti. Zaman içerisinde elinde çıkan yaradan vebanın kendisine de isabet ettiğini anlayınca “Allah’ım! Bunu bereketlendir” diye niyazda bulundu. Artık yara büyümüş, hastalık bütün şiddetiyle kendisini hissettirir olmuştu ve bir gün kolundaki derin yarayı gören bir arkadaşının dehşetle ondan yüz çevirmesine karşılık şöyle demişti: “Sen neden bu yaradan yüz çeviriyorsun? Ben bunu Arab Yarımadası’nın bütün kızıl develerine sahip olmaya tercih ederim.”
Hz. Ebu Ubeyde’nin ölüme karşı gösterdiği bu inanılmaz boyutlardaki tavrı, âhiret âlemine şiddetle hasret duyduğunu göstermektedir. Bunun en mühim sebeplerinden biri Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) o tarafa göç etmiş olmasıdır. Hakiki hayatın, eşsiz saadetlerin, misilsiz ücretlerin yeri olması o tarafa meyletme hikmetinin ayrı bir boyutudur. Veba gibi pek dehşetli bir hastalık vesilesiyle can verenlerin mânevî şehit hükmünde olduğu, Peygamberimizin (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde sabit olması, hadisenin başka bir cephesidir ki, sahabenin dünyasının en büyük hedeflerinden biri de zaten şehitliktir ve Hz. Ebu Ubeyde bu yüzden ecel şerbetini ab-ı hayat niyetine içmiştir.
Onlar emaneti sahibine teslim etmekte zerrece tereddüt solumadılar; harp meydanlarında, veba salgınlarında, Allah ismini yüceltmek uğruna çıkılan yollarda canlarını feda etmekte asla ayaklarını sürçmediler. Yegâne mefkûreleri olan Allah rızasına ulaşmak ve canlarından aziz bildikleri sevgilileri Hz. Muhammed’e (a.s.m.) kavuşmak için ölümü cana minnet bildiler, yakaladıkları her fırsatta karalar bağladıkları sevgililerine kavuşmuşçasına ölümün koynuna giriverme arzusuyla tutuştular. Onların bu yüksek seciyesini Hz. Mevlâna’nın şu ifadeleri ne güzel anlatır: “Can da ne oluyor, inci mercan da ne oluyor; canan için harcanmadıktan sonra.” Doğrusu onlar ölümün hakiki yüzünü keşfetmişler ve ona âşık olmuşlardı.
Yazdığı nurlu eserleriyle son asırların imdadına koşan büyük İslâm âlimi Hz. Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatında konumuza ışık tutan pek harika bir sahne var. Gönüllü Alay Kumandanı olarak I. Dünya Harbi'nde savaşıp Ruslara esir düşen Hz. Bediüzzaman, esir kampında öyle bir fazilet ve kahramanlık örneği sergiliyor ki, Rusları dahi hayrete düşürüyor, pek çok sena ile takdir ediliyordu. İşte o gün “Fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin” ifadesi tam anlamıyla hakikatini buluyordu.
Rus Orduları Başkumandanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftiş etmektedir. Nerden geçerse, orada bulunan esirler derhal ayağa kalkıp esas duruşa geçtikleri halde Bediüzzaman Hazretleri kılını dahi kıpırdatmaz. Bu durum Rus Komutanın dikkatini çeker ve rahatsız olur, bir bahaneyle yeniden önünden geçer, bir daha önünden geçer ama beyhûde; herkes ayakta olmasına rağmen bir kişi ısrarla ayağa kalkmamaktadır.
Tercüman vasıtasıyla Rus Komutan ve Bediüzzaman Hazretleri arasında şu konuşma geçer:
-Beni tanımadın mı?
-Tanıdım, Nikola Nikolaviç, Çarın dayısı, Rus Orduları Başkumandanı.
-Peki, niçin ayağa kalkmadın, niçin hakaret ettin?
-Ben hakaret etmedim, mukaddesatımın gereğini yaptım.
-Mukaddesat neyi emrediyormuş?
-Ben Müslüman âlimiyim. Kalbinde iman olan kimse, imansız birine ayağa kalkarsa mukaddesatına hürmetsizlik etmiş olur. Bu sebeple ben sana kıyam etmem.
Hakikati pervasızca ilân eden son cümleler Rus Komutanı beyninden vurulmuşa çevirir. Öfkelenir ve şöyle der: “O halde bana imansız demekle, benim şahsımda Rus ordusuna, Rus hükümetine ve Rus Çarına hakaret etmiş sayılıyor. Derhal mahkemeye çıkarılıp, gereği icra edilsin.” Ve bir manga askerin kurşuna dizmesiyle vücudunun idam edilmesi kararı alınır.
Esir olan arkadaşları özür dilemesini, af dilenciliği yapmasını ısrarla ve tekrarla tavsiye ederler; zira meselenin şaka götürür yanı yoktur. Hz. Bediüzzaman oralı olmaz. Ölüm rüzgârının vücudunu savurup kabre yuvarlamaya bütün dehşetiyle hazırlandığı anda, dudaklarından şu “imandan kelimeler” dökülür: “Ben âhiret diyarına göçmek ve Resûlullah’ın huzuruna varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.”
Daha sonra kendisini kurşuna dizecek namluların gölgesinde namaz kılan Hz. Bediüzzaman'ı gören Rus Komutan adeta esir makamında kendiymiş gibi özür dileyen taraf olur: “Beni affediniz. Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini îfa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz.”
Rus Komutanla yaşadığı bu maceranın öncesinde ve sonrasında defalarca tehdidine uğradığı ölüm onu hiç titretemedi, yüreğine zerre miktar korku salamadı; ölümün yüzündeki karanlık perdeyi indirmiş güzeller güzeli çehresini keşfetmişti ve şöyle diyordu: “Ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur.”
Mademki ölüm, âhirete göçmüş sevdiklerimize bizi götürecek bir pasaporttur, bir vuslat biletidir; öyleyse ruh-u canımızla sevinmemiz gerekmez mi, hatta acaba bugün mü Gönüller Sultanı Cenab-ı Peygamberime (a.s.m) kavuşacağım diye gün saymamız lâzım gelmez mi?
Peki, neden biz ölümü sevemiyor, Hz. Azrail’i (a.s.) “Hoş geldin, sefa geldin!” diyerek karşılayabilecek olgunluğu yakalayamıyoruz? Galiba biz ölümün bizden istediklerini yerine getirmekte gerekli hassasiyeti göstermiyoruz, âhiret sorumluluklarımıza karşı pek çok ihmallerimiz var ki hakikatte dostlarımıza, sevdiklerimize kavuşma âlemi olan kabir tarafına bakmaktan yüz çeviriyoruz.
Ve geride kalanlarımız da ağlayıp gözyaşı döküyorlar. Hâlbuki kabir âleminde -o garip adamın dediği gibi- nice şeyhler, nice mürşidler, nice üstadlar ve onların başında yüceler yücesi bir Peygamber bizi beklemektedir.