Mezarlık sohbeti

Afife ARTIK

Anneciğimin kabri pek ferah ve manzaralı doğrusu. İnşallah içinin de ferah olduğunu ümid ediyorum.  

Hayatı boyu manzaralı bir evde oturmadı, genelde alt katlar ve binalara bakan evler. Şimdi manzarası pek hoş maşallah. İnşallah Rabbim Cennetten manzaralar kendisine seyir ettiriyordur diye dua ediyorum.  

Bu Cuma günü uzun bir yürüyüşten sonra ulaşacağımı sandığım anneciğimin kabrine araba ile götürüldüm. Tam anneme göre idi. Asla beni yormak istemez ve kendimi hep çok gereksiz yerlere yorduğumu söylerdi. Haklı olduğunu daha yeni yeni fark ediyorum.  

Anneciğimin kabrine bitki dikmek istedim de satıcı bakım ister misiniz deyince beraberce gittik kabre onun aracı ile. Bir usta ve iki genç çırak… 

Ellerimle dikmek istemiştim gerçi fakat böylesi daha güzel oldu. Hem onlar işlerini yaptılar hem de mezarın başında Veysel Karanî Hazretlerinden başlayan sohbetimiz Hazret-i Ali (ra), Bediüzzaman ve elbette Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ı ziyaret etti.  

Veysel Karanî hazretlerinden başlamamızın nedeni dikim işlerini yapan ustanın adının Kenan olması idi. Önce orta okul çağlarındaki çıraklar ile başlayan sohbetimiz ustalarının adı vesilesi ile Veysel Karanî Hazretlerine vardı. Üveysilik nedir diye gelen sual üzerine de seksen bin zâtlardan ders alan Üstadıma getirdin sözü tabi. 

Sonradan Üstadım ve Risale-i Nur’dan bahsetmeyip “ne okuyorsun” demelerini beklesem mi diye düşünmedim değil elbet. Bediüzzaman hakkında “onun için deli diyorlar” cümlesini işitince kan beynime sıçramadı. Kendimi tebrik ettim bunun için. Sanki annemin kabrinin başında annemin ahlakı ile bulunuyor gibi hissettim bir an. Onun şefkatli, tenkit etmeyen, aşağılamayan ve her şeyi engin bir müsamaha ile karşılayan hali gibiydim o anda.  

Üstadımın İstanbul’da yaşadığı tımarhane macerası ve Üstadımı hastanenin baş hekiminin temize çıkaran cümlelerini söyledim sakince.  

Çıraklardan biri ustası gibi mezarlık bakımı yapmayı hayal ediyor idi. “bir parsel alacağım” dedi. Ben bu mesleğe yabancı olduğumdan bu ilk defa işittiğim bir hayaldi tabi. Mezarlıkta bir parsele sahip olmak…. Yani; o perseldeki bütün kabirlerin bakımını üstlenmek demek oluyordu bu.  

Diğer çırak olan Turgay ise polis olmak istiyordu.  

Yolda nasıl olsa epey ağlamıştım rahatça dîni ve imanî sohbetimizin içine dalmakta bir beis görmedim. Hem ben annemi üzmemek için yanında ağlamazdım ya işte annemin yanında iken pek de kabristan havasına uygun olmayan bir coşku ile dağların bulutların toprağın ve her mevcudun konuşmalarından bahsederken buldum kendimi. Anneciğim de beni son derece iyi görmüş oldu böylece. Tabi onlar kabirden uzaklaştıkları bir sırada ağladım da. “hem…hem” metodunu uyguladım yani. Hem coşkulu bir ders yapmış olduk hem de ağladım..  

Evet doğrusu eskiden olsa hiç ağlayamadım sohbet edemedim annemle diye üzülürdüm. Artık pek çok şeyin olmamasını dert etmiyorum. Zaten dünyada yaşarken olanlardan çok olmayanlar kâr bizim için.  

Nasıl mı? 

Mesela dünyada iki yutkunma vardır. Biri elimizi uzatıp alabildiklerimiz ve rızkımız olan, hayatımıza, vücudumuza (sadece beden manasında değil) dahil olanlardır. Bunların mesuliyeti vardır ve bunların hesabı vardır. mes’ul ve mükellefiz bunlardan.  

İkinci tür yutkunma ise gözümüz kalan, aklımız takılan, istediğimiz ama ulaşamadıklarımızın ardından (güya) acı bir yutkunmadır ki bu yutkunmada bir mesuliyet yoktur. “Nasibin olmayan hiçbir şeye ulaşamazsın” der geçeriz. Bunu diyebilirsek çok da fazla yutkunmak da gerekmez. Dünyada bu ikinci tür yutkunma daha kârlıdır, mesuliyetsizdir. Ve eğer bizim için bir duaya bir yakarışa Rabbimize sığınmaya “Sen bilirsin ben bilmem ya Rabii” demeye vesile oluyor ise daha da karlıdır.  

Esasen dünyanın mahiyetini bir anlasak ardından bakakalınacak bir nesne olmadığını da derk ederiz inşallah.  

Kabristana gitmeden evvel bir çarşıdan geçti yolum. Ankara içre Ankara idi sanki. Başka küçük şehirlerde olan insan sıcağının olduğu bir çarşı. Açık havada.  

Ve ben kabristana gidiyordum. Dedim: “Nefis ne acaib bir şey, kabristana giderken bile gözü sağa sola takılabiliyor…” o an sanki kendim kabrime girmeye gidiyormuşum gibi bir hale giridim de dünyadan neyi teklif etseler “istemem” diyecek bir durumda idim. Aman bana yük etmeyin ben gidiyorum… 

Hepimiz kabrimize doğru gitmiyor muyuz? Ne kadar ağırlık taşıyabiliriz? Ağır yükler altına girersek öncülere ne kadar yakınlaşabiliriz? Ruhu hasta olandan başka dünyaya razı olmaz diyor Bediüzzaman…  

Hoş ruhu sağlam da olsa dünyaya tâlip ola ola hastalanır ya… 

Kabristana giden otobüse biner iken orada bana haber vermesini rica ediyordum ki “orası son durağımız zaten” demesin mi….evet dedim hiç düşünmeden “hepimizin son durağımız orası…” 

Ahhh dünyaya fazlaca bulaşmadan ölüversem… kendime cevaben dedim “ne yapalım ölünceye dek yaşayacağız”…   

Sonra sorguladım kendimi “dünyaya bulaşmamak ne demek?” 

Neticede dünyada yaşıyoruz ve Allah’ın dinine hizmetin de mahalli dünyadır. Ne demek dünyaya bulaşmamak? Şöyle bir kenarda tenbelce keyf edeyim falan demek mi?  

Dünyaya bulaşmamak, bir lahza dahî dünyaya manay ismî ile bakmamak aslında. Daim harf manası ile yani; Allah’ın esmasına, ahirete bakan yüzlerine nazar etmek…… 

Ne garip nasıl oldu da tevafuk etti de dönüşte yolum Mersin Günleri fuarına düştü anlamadım. Orada vasıta değiştirmem gerekti ve biraz da ihtiyaç saiki ile kendimi bir curcunanın içinde buldum… 

Dünya ne garip. Kabristanlarımız biraz daha şehir merkezlerimizde olsa eskiden olduğun gibi … 

Ne ise işte bir kabristan dersim ve daha kabirlerden aldığım ibretler ve dersler…  

  

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.