Emanuel Karaso, Bediüzzaman’ın konuştuğu bir toplulukta bulunur, onu etkilemek için gitmiştir. Konuşmalarını dinler bir süre sonra dışarı fırlar ve der “Biraz daha dursaydım beni de Müslüman edecekti” der. Bediüzzaman’ın sözünde ve eserlerinde bizim gibi insanların anlaması imkansız bir tesir var. Nice kötü insanlar onun bir sözü ile dalalet vadisinden hidayet yoluna geçmişlerdir. Bugün de Türkiye’de bir takım aklı evveller onun tesirini kırmak için olmadık kendileri dahi inanmadıkları iftiralar ortaya atmaktadırlar. Güya bununla ona olan ilgiyi azaltacaklar, halbuki ilgiyi ve merağı daha çok uyandırmaya alet olmaktadırlar. Birkaç tane profesör Everest tepesinin yanında dolaşan karıncalar gibi ona söz ederler, bilmezler ki yüzyılı aşkın bir davanın insanını bir iki yanlış beyan ile kamuoyunda yıkamazlar, bunu onların anlama imkanı yok. Hased evvela hasudu yıkar. Bunlar perde arkasında oturup nasıl yıkarız bu büyük dağı diyorlar, yıkacak başka şeyleri yok, iki dudakları ve yalan üreten akılları.
Emirdağ’da iken rapor alması gerekir, hükümet doktorunu herkes mason bilir, Bediüzzaman’a düşmandır. Bediüzzaman’a gelir, konuşurlar, durumunu anlatır. Şayet zor durumda kalacaksa Eskişehir’e sevkini ister. Doktora bir eserini hediye eder, namaz kılmasını ister. Doktor evden ayrılırken şöyle der etrafındakilere “Biz hocaefendiyi bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız, şimdi namaz kılmak ile de borçlandım.” Herkesin muzır telakki ettiği insanları bile bir konuşma ile olumlu hale getirir.
1953 yılında İstanbul’un fethinin 500 üncü yıldönümü münasebetiyle yapılan törenlere katıldı. Ve o çerçevede patrikle de görüştü ve ona şöyle söyledi.”Hristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hz Muhammed ‘i asm peygamber ve Kur’an-ı Kerim ‘i de Allah’ın kitabı kabul etmek şartiyle ehli necat kurtuluş ehl-i olursunuz” Athenogaras “ben kabul ediyorum “deyince, Bediüzzaman sordu” Pekala siz bunu dünyanın diğer manevi reislerine de söylüyor musunuz? “Patrik de “söylüyorum fakat onlar kabul etmiyorlar” diye cevap verdi.
Hüsnü Bayramoğlu anlatıyor. Üstad kır gezisinden dönüyordu. Yolda sürekli içtiği için adı ayyaşa çıkmış biriyle karşılaştı. Onunla ilgilendi. Nasihat etti. Şefkatli tavrının muhatabı olan adam çok mutlu olmuştu. Üstad da bu halden gayet memnun olarak oradan ayrıldı. Ancak bütün bu olup bitenlerden memnun olmayanlar da vardı. Onlardan biri o gün yine peşine takılmıştı hazretin. Çünkü görevi, Bediüzzaman’ı takib etmek ne yaptığını kiminle konuştuğunu amirlerine bildirmekti. Hemen o ayyaş adama yaklaştı ve sıkıştırmaya başladı. “Sana ne dedi, ne istedi söyle bakalım” o da şu haysiyetli cevabı verdi. “Ben artık o bildiğiniz adam değilim abdest alıp namaz kılacağım ve kötülüklerden vazgeçeceğim, Bediüzzaman’a da hizmet edeceğim, haberiniz olsun. Eğer onu ilişir ve zarar vermeye çalışırsanız, bilirsiniz ki ben belalı bir adamım. Bir konuşmayla adamı değiştirmişti.
Milaslı şefik bir adam öldürmüş cezasını çekmek üzere Afyon hapishanesine konulmuş. Nasipli adammış. Çünkü herkesin şer sandığı hapishaneden hayır çıkmış, orada başına tam manasıyla devlet kuşu konmuş. Zira hapishanede Bediüzzaman’ı tanımış, böylece katil olarak girdiği yerde, duyarlı bir mümin olmuş. Mahkumiyet süresini tamamlamış memleketi olan Milas ‘a dönmüş.
Onun mıknatıs tesiri ve manevi cazibesi yalnız yakınında değil uzaklardan da tesir icra ediyordu. Devlet mi desem bir takım küfür komiteleri mi desem, yüz yıldız Bediüzzaman’ın kendisi bir yana ona duyulan cazibeyi çekiciliği kırmak için gayret göstermiş, bedensel yönden büyük tahribat geçirmiş ama ruhsal olarak tesirini her halü karda korumuş adamın yaşadığı her yerde evinin yanına polisler hafiyeler koymuş, gelene gidene cehennem hayatı yaşatmış. Bu yüzden gelene gidene “kardeşim size büyük sıkıntı yaşatırlar, benimle görüşmek isteyen kim olursa olsun hangi eserimi açsa benimle değil hakaiki anlatan Bediüzamamanla görüşür. Bugün de ömründe kendinden başka kimseyi arkasına hayran olarak almamış mezar yazarlar yığını, profesörler güruhu onun bu cazibesini kırmak için yumurta kırmak kadar kolay bir iş zannedip tafralar savuruyorlar. Sizin hasud pirleriniz bu işi beceremedi, Allah’ın evini ezanını yasak edip, kendilerini mabud telakki ettiren adamlar onunla baş edemedi. Kartallar ona bir şey yapamadı, siz kim sinekcikler. Allah nurunu tamamlayacaktır, bu güruhu dalle istemese de. Bir geri zekalı zürefayı üdeba
Kabe arabın olsun
Çankaya bize yeter
Demiş. Ben de derim. Mak
Beter ol cehennemde beter
Sana veylül deresi yeter
Nurcular Bediüzzaman’ın bu büyük cazibesini devam ettirdiler denemez. Siyaset, dünyevi mesail, şan, şöhret, makam, görüntü, debdebe, tantana, daha neler neler bu tesiri kırdı, ama Bediüzzaman’ın o cazibesi yine devam ediyor.
Vehbi Vakkasoğlu’nun kitabı Başkasının Günahına Ağlayan Adam bu mıknatisiyetin ve cazibenin karakteristik özelliklerini, psikanalitik temellerini anlatır. Neymiş bunlar dehalara mahsus çok çok büyük bir hassasiyet. Psikanalistler dehaların enbüyük özelliğinin hassasiyet olduğunu söylüyor. Tabiata saygı, ağaçlara, çiçeklere, otlara bir insana gösterilmeyecekbir dikkat ve itina. Hayvanlara ve onların hukukuna saygı, yılanlar, sinekler, böcekler daha neler neler. Eşya ve nesnelere bağlılık, onlara gösterilen vefa duygusu, kırılan bir kaşığın bile kendi ile bağlı hatıralarını zayi etmek istemez. Dostlarına vefa, kendine hizmet eden insanlara gösterdiği vefa. Sanatçılara gösterdiği yakınlık, Osman Yüksel ve Necip Fazıl gibi. Devlet adamlarından uzak yaşamak, onların ihsanını hiç dile getirmemek. Adeta gölge etme başka ihsan istemem gibi çok uzaklarda olmak. Paradan ve menfaatten kaçmak. Toplumda bozulmuş insanları tedavi için onlara şefkatle yaklaşmak ve başarmak. Nur talebeleri bu özellikleri kendilerinde ne kadar taşıyorsa o kadar o ruha yakındır. Allah’a imana insanları raptetmek için azami gayret, namaz kılmaya hassasiyet, namaz kılmayanları Allah’a çağıran bir incelik. ibadet aşkı, ibadet sevgisi. Korkusuzluk, paniksizlik, en olumsuz ve baskılı anlarda hiç tavrını değiştirmemek. La tehaf ile müjdeli hiçbir şeyden korkmamış. cinsellikten ve bedensel hazları tanımamak, kadınlardan taundan kaçar gibi kaçmak daha neler neler. Haramdan kaçmak, kimseden bir şey almamak, talebelerinin dahi bir çayını içmemiş olmak. Zulmetahammül etmek. Zulüm dehaların ekmeğidir, hakikaten. Bediüzzaman büyük zulümlerle birlikte eserler yazmış. Barla’da, kastamonu’da, Denizli de, Afyon’da, Eskişehir’de yazdığı eserlerin adeta benzini yapılan zulümler. En büyük zulüm Kastamonu’da orada iki büyük sanatlı eserini yazmış, Ayet ül kübra ve Münacaat. Bunlar dosto, Tolstoy ve başkaları gibi insanların çok ötesinde dini-felsefi-kelami ve modern eserler. Ama onların büyük lüğünü gösterecek batı ve doğu kültürüne hakim eleştirmenler yok. Kastamonu’da yazdığı Ayet ül Kübra’nın sayfalarını elinden alanpolislerle dalaşmaz, sonra yazdıklarını ağaç koğuklarına koyar talebelerine tarif eder onlarda gider alırlır. Münacaat’ın islam tarihinde benzeri değil yanından geçmiş bir eser yok. Bütün fen ve ilimlerin verileri ile Allahı anlatıp sonra onları duaya çevirmek. Şinasininmeşhur Münacaat’ından Divan şiirindeki sayısız münacaat ile kıyasla gör adamın nerde durduğunu. Türk ordusuna, Türk bayrağına, polise, devlet memuruna saygı. Nefreti tanımamış, düşmanlık nedir bilmez. Kimsenin aleyhine konuşmamak haketse bile. Kötü habere ilgi yok, Goethe asistanına kötü mektupları bana okuma der, aynen öyle. Olaylara anında müdahale yatıştırma. Daha neler neler.
Ona tam benzeyen Tahir Abi, Bediüzzaman onun için “o ahiretteki makamını görse delirir” der. Bu yüzden talebelerini değil, O’nu eleştiriyorlar, ama imkansız bir şey.