Devletlerin sebeb-i vücudu istinâd ettikleri millettir.
Meşruiyetlerini de, güçlerini de bu istinâddan alırlar. Eski tâbirle mazruf değil, zarftırlar; mektubu olmayan zarf yok hükmündedir; millet istinâd etmeyen devlet de öyle…
Şurası muhakkak ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan beri millete istinâd etmedi. Millete istinâd etmedi, çünkü millete rağmen ve milleti arzu etmediği bir istikamette değiştirmek üzere Osmanlı’nın altıyüz yıllık hasımlarının telkin ve dayatmaları istikametinde kurulmuştu. Din ve târihin amansız münkiriydi…
Milletin sinesinde mâkes bulamayınca güce ve zorbalığa baş vurması kaçınılmaz ve zarûrî âkibetti. Öyle de oldu… Millete rağmen ayakta durabilmek için bir yığın militan müesseseye hayat veren devlet, bu müesselerle millete hizmet değil, ayakta durmayı hedefliyordu. Dolayısıyla bir alay devlet militanı müessese boy attı ülkede.. CHP, Ordu, Yargı, Üniversite ve diğerleri…
Bir asırdan beri bu müesseselere ezberlettirilen birinci düşman ve tehlike: İrtica… İrtica, yâni İslâmiyet; dolayısıyla değil, yüzde doksan dokuzunun müslüman olduğu ifâde edilen milletin doğrudan kendisi. Onun için bu müeseselerin bir asırdan beri yegâne işleri Müslümanları ezmek ve sindirmek için her türlü tertibi icrâ, her türlü zulmü revâ görmek olmuştur.
İkinci sıra düşman ise devlete göre, bin yıldan beri birlikte yaşadığımız Kürtler… Onları büsbütün inkâr ve imhâ ile bertaraf etmek için devlet bütün militan müeseseleri ile hamle üzerine hamle yapıp durmuş…
Ve nihâyet gölün maya tutmadığı, bu düşman tuzağının işe yaramadığı bir asır sonra anlaşılmaya başlamış. Batılıların millet düşmanlığı esasları üzerine inşâ ettiği devlet iki düşman ve hasmına karşı da mağlûb düşmüş. Ne irtica yaftası taktığı İslâmiyet’i bu millite terk ve inkâr ettirebilmiş, ne de olur olmaz sebeplerle katlettiği Kürtleri bütünüyle imhâ edebilmiş. İmhâ şöyle dursun, âdeta yüzüne gözüne bulaştırmış, içinden çıklmaz, neredeyse çözümü imkânsız bir mesele hâline getirmiştir.
İslâmiyet bir asır öncesinden çok daha sağlam, çok daha şuurlu zeminlerde boy atmış, insanımızın yegâne mukaddesi olarak hükmünü daha kuvvetli icrâ etmeye muvaffak olmuştur. Bugün dinî hayat bu topraklarda eskiye kıyasla çok daha şuurlu, çok daha mükemmel bir şekilde yaşanmaktadır.
Devletin başarısızlığı müsseselerini çileden çıkartmış, âdeta şuursuz saldırganlar hâline getirmiştir. Silivri’nin darbe arayışçıları ve silahlı “örgüt” zanlıları ile hınca hıç doldurulmuş olmasının sebebi dünün muktedirlerinin mağlûbiyet hırçınlığı içinde büyük hatalar yapmalarıdır.
Milletin bağrından fışkırıp gelen, milletin inanç ve değerleri ile dost, başarılarıyla da göz kamaştıran bir sivil irâdeye duydukları hınç ile hata üstüne hata yapıyorlar. Ulu orta başta Başbakan olmak üzere önüne gelene ağır küfür ve hakaretler savuran devletin bu militan unsurlarının ardı arkası kesilmiyor.
Sadece asker değil, bahsini ettiğim bütün müesseseler aynı insiyâklarla hareket ediyor. En az asker kadar yargı da milletin intibahını bir felâket gibi görüyor ve felâketin müsebbibi sandığı iktidara yüklenip duruyor. Telaş ve panikten anlamıyorlar ki, Başbakan ve ekibi neticedir. Sebep, kendilerinin asırlık zulümlerinin canlandırdığı İslâmî hareket ve cemaatlerdir; milletin kendisidir… Artık bir Tayyib gitse bin Tayyib gelir…
Yanlışın millet ve temsilcisi sivil iktidar değil, kendileri olduğunu bir türlü anlamak istemiyorlar. Ama az kaldı, anlayacaklar… İddiayı kaybettiklerini, menhus bir zihniyetin kurbanı olduklarını er geç anlayacaklar. Başbakan’a ağıza alınmaz küfür ve hakaretler savurduğu kesinleşen savcı Salim Demirci de anlayacak şüphesiz…
Bugün