Bir insanın kendi milletini sevmesinde, Milliyetçiliğin etkisinden söz edilebilir mi?
Ya da, milletini sevme adı altında ortaya konulan kimi icraatlar, gerçekten de, ‘sevmek adı altında’ aslında insanın kendi ırkına bir üstünlük atfetmesi midir?.
Bu can sıkıcı sorulara muhatabiyet her defasında acı da verse; ve verilecek cevapların bulacağı karşılık bir o kadar sevimsiz de olsa, ortada hakikatin ağırlığı bulunmakta. Üstelik, farkına varıldığına inanılan bir hakikati ifade etmemenin vebali de, halden anlayanların nazarında, bu cevapların verilme sebeplerini sanırım makul, meşru ve caiz kılacaktır…
Zira ehl-i din için neredeyse dünyevîleşmeyle eşdeğer derecede tehlikeli bir yangın; din ve iman hakikatlerinin tüm berraklığıyla gönüllerde ma’kes bulmasını engellemeye namzet bir kalın perde; “çaktırmadan”, öylece hükmünü icra etmekte…
İnsanın nesebini sevmesi gibi fıtrattan gelen bir his; çoğu kez, nelere ve kimlere alet edilerek, nice ameller heba edilmekte... ‘Pergelin ayağının’ yanlış yerde konumlanıyor olması; en başta, çizilen dairelerin yanlışlığını netice verdiği gibi, ‘o daireleri’ çizmeye dair harcanan emekleri de ziyan etmekte... Ve tıpkı, ırkçılıkla alakalı hadleri çizen kendi pergelimizin bir türlü makul ve hakkaniyetli bir sabiteyi görememesi gibi; milliyet, nesep, unsuriyet, kavim gibi kavramların halihazırdaki kullanımlarıyla, yaygın bir şekilde, “kavram karmaşasına” bariz örnekler sergilenmekte.
Öyleyse bazı sonuç cümlelerini ara başlıklarla tek tek izah etmek suretiyle, anlam kaymasına uğratılmış kimi kavramları aslî manalarıyla anlamlandırmaya çalışmak, bizim için, kavram karmaşasını bertaraf etme babında daha sağlıklı olacaktır. Zira kavramları ayrı manalandıran tarafların ortak bir zeminde buluşabilme şansları, daha baştan darbe almış demektir.
Böylelikle, bir insanın milletini sevmesiyle milliyetçi sayılamayacağı gerçeğini özellikle, önemle ve de öncelikle vurgulayarak konuya girmek yerinde olacak. Zira herkes aslıyla, ailesi, akrabaları, kavmi ve milletiyle en başta “fıtraten” alakadardır zaten. Fakat bu fıtrî sevginin yolu, özellikle de “Milliyetçilik Asrı” olan bu son devirlerde, adeta bir mayın tarlasına çıkarılmış durumda...
Bu yazının ana tema edinmeye çalıştığı ve o yolda “mayın” haline getirilmiş bazı kavram ve algı yanlışlıkları sebebiyle düşülen çeşitli hataların izahını ise, biraz da üstünkörü, şu başlıklar altında tarif edebiliriz:
Milletini sevmek ve Adaleti muhafaza
Bir insanın nesebine olan sevgisinde dikkat etmesi gereken en önemli noktalardan birisi, o sevginin, kişiyi neseplere ve bireylere olan bakış açısında adaletsizliklere sevk etmemesi olmalıdır. Zira kendi soyundan olan insanları veya ecdadını, her halükârda ve her şartta savunmaya çalışmak; ya da o insanların hatalarını ve günahlarını dile getir(e)memek ve sürekli setretmek, kişiyi bu konuda ‘kan bağına bağlı’ bir düşünce yapısıyla hareket etme adaletsizliğine sevk eder. Dahası, ilerleyen bölümlerde değinileceği üzere; çeşitli sebeplerle ‘ayrıcalıklı’ gördüğü bu kan bağının, kendisine de bir üstünlük sağladığını düşündüğünden dolayı; kişi, kendi soyunun faziletli hatıralarını ve sevaplarını ağırlıklı olarak nazara vermek suretiyle, neredeyse ‘ataların kutsanması’ gibi bir faaliyete yaklaştığından da habersiz, o ataların ya da soydaşların muhtemel zulümlerine böylelikle ortak olmuş olur.
Yani soyunu ve ecdadını muvazeneli bir tutumla, hataları ve sevaplarıyla ele alamayan bir insan, bu konuda, en başta adaleti ve “hadd-i vasatı” elde edememiş olur...
Nitekim, "Kişinin soyunu, sülâlesini sevmesi taassup (asabiyet) sayılır mı?" şeklindeki soruya, Hz Peygamber aleyhissalatü vesselam’ın: “Hayır” şeklinde cevap vermesi; ve bu tek kelimelik cevabın arkasından da, milletini sevmek ile adaleti muhafaza arasındaki o ‘ince çizgiye’ dikkatlerimizi çeken şu Nebevî ikazın geliyor olması, bundan dolayı çok manidardır: "Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması taassuptandır.” (1)
Ama o asabiyete saplanmış bir dimağın nazarında ise, millî gördüğü şeyler uğruna kan dökülmesi de, temel hakların yasaklanması da, fertlerin feda edilmesi vs. de; âdilane davranış ve hissiyata oranla asıl muteber , olumlu ve savunulacak ‘örnek’ davranışlardır.
Eserlerinde, örneğin toplumun selameti adına ferdin feda edilebileceği gibi bir fikri defaatle reddederek; “Adalet-i Mahza” gibi, gücü ve hakkı güçlüde ya da çoklukta değil de, sadece “haklıda” görmek şeklinde özetlenebilecek yüksek bir adalet hakikatini ümmetin nazarına sıklıkla vermek isteyen bir adalet aşığının, yani Bediüzzaman Hz.nin bu konudaki ikazı ise, “adalet ve fikr-i milliyet” kavramlarının birbirlerine karşı ters orantısını izah eder niteliktedir. Üstelik adalet vurgusunu hayatının ve mesajının mihengî noktalarından biri kılabilmiş bir insandan gelmesi de, o insanın söz konusu bu izahını (ve konumuz hakkındaki diğer fikirlerini) ayrıca önemli kılan bir husustur: “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez.” (2)
Bundan dolayıdır ki, günümüzdeki anlamıyla “fikr-i milliyete” sahip bir insan; ancak kendi ırkına hitap eden bir din anlatımına aşinadır ve bundan hoşlanır. Dahası, bu suretle başka ırklara hitap eden söylemleri kabullenme konusunda da adaleti sağlayamadığından, söz konusu söylemlerin varlığından hazzetmez!... İşte bu fikriyat, dinin aslında ‘geleneksel figürlerden’ biri kılınmasının; ve o dinin, aynı dine mensup milletler sayısınca ayrı fikriyatlarla ‘sentezlenmesinin’ de ilk adımlarındandır.
Ve açıkçası bu ise, Ümmet-i İslam’ın (bir sonraki bölümde de ele alınacağı üzere) “tek bir millet” kılınması hedefinden uzaklaşmasının diğer adıdır!.
Sonuç: Milletimizi sevebiliriz ama diğer halklara karşı tutumlarımız söz konusu olduğunda, vicdanımızı bu sevgimizin müdahalesinden beri tutamaz ve koruyamazsak; hele hele yaşam felsefemizde “unsuriyet ve milliyet” esaslarının ağırlığı da söz konusuysa; o zaman, bu konuda zulme ve pek çok adaletsizliğe sapma gibi tehlikelerle de yüz yüzeyiz demektedir.
Bu itibarla da diyebiliriz ki, “Kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (kâmil) mümin olamaz.” (3) hakikatinin gerekleri ile Milliyetçiliğin gerektirdikleri; bir mümini, bu konuda adaleti ve hakkaniyeti temin edebilmede çıkmaz yollara sevk edecektir!