Bir süredir 23 Nisan’a tekaddüm eden hafta “milli egemenlik haftası” olarak kutlanıyor. Bu çerçevede, bu yıl da içinde bulunduğumuz hafta TBMM’nin 90. kuruluş yıldönümü etkinlikleri yapılıyor.
“Milli egemenlik” kutlamalarının Millet Meclisinin kuruluş yıldönümlerine rast getirilmesi şüphesiz anlamlıdır. Çünkü, anayasal sistem içinde egemenliğin sahibi olan “Millet”le doğrudan doğruya temsil bağı olan tek organ Meclistir. Tarihsel olarak da, TBMM’nin kuruluşu “milli egemenlik”i sembolize eden bir adım olarak algılanmıştır.
Anayasa “egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait” olduğunu belirtmektedir. Burada egemenliğin kendisinin kayıtsız şartsız -yani mutlak- olduğundan değil de, onun millete aidiyetinin kayıtsız şartsız olduğundan söz edilmiş olması önemlidir. Açıktır ki, mutlak (“kayıtsız şartsız”) egemenlik günümüzün “anayasal-demokratik” devlet anlayışıyla bağdaşmaz. Nitekim, egemenlik doktrini 16. ve 17. yüzyıllarda kralların siyasi otoritelerinin hiçbir sınırı ve ortağı olmadığını teyit etmek amacıyla geliştirilmişti. Modern devletin doğuşuyla birlikte “doğrudan yönetim”e geçen Kralın kendi otoritesini bir yandan aristokrasiye diğer yandan da Kiliseye karşı takviye etmeye ihtiyacı vardı.
Onun içindir ki, tarihsel olarak kötü çağrışımları olan “egemenlik” kavramını halâ kullanmaya devam edeceksek, bu ancak bir tek şartla mazur görülebilir. O da, devletin meşruluğunun kendisinden kaynaklanmadığını, siyasi otoritenin meşruluk kaynağının halk veya millet olduğunu vurgulamak ihtiyacı olabilir. Bu durumda, “milli egemenlik” demek bir yandan “hikmet-i hükümet”in reddi, diğer yandan da halkın kendi kaderini eline alması, yani demokrasi demektir.
İşte, bugün Türkiye’nin temel “rejim sorunu”, “milli egemenlik”in anayasal bir ilke olmasına rağmen, onun bu iki gereğinin de tam olarak teessüs etmemiş olmasıdır. Nitekim, devlet yönetiminde “hikmet-i hükümet”in (raison d’etat) saltanatı tam olarak yıkılamadığı için, Türkiye bir türlü insan haklarına dayanan bir “hukuk devleti” olamamaktadır. Öte yandan, demokrasimiz eksik ve kusurludur, yani “millet” kendi kaderine tam olarak hakim değildir. Nitekim, temsili organlar üzerinde, referansı “hukuk” olmayan vesayet makamları vardır.
Şüphesiz, anayasal-demokratik bir devlette (buna, “demokratik hukuk devleti” de diyebilirsiniz), doğrudan doğruya milleti temsil eden tek organ olsa da, parlamentonun yetkisi sınırsız olamaz. Onun içindir ki, günümüzde demokrasilerin temel sorunlarından biri parlamentoyu onun üstüne başka bir organ veya makamı koymadan sınırlamaktır. Tarihsel olarak “anayasacılık”ın büyük problemi de zaten bu olmuştur.
Anayasacılık düşüncesinin bu problemin üstesinden gelmek için önerdiği, demokratik çoğunlukların yazılı anayasanın teknikleriyle sınırlanmasıdır. Bunlar da başlıca “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, “azınlık hakları” ve “kuvvetler ayrılığı” ile birlikte “fren ve denge mekanizmaları”dır.
İşte Türkiye’nin siyasal sisteminin en büyük kusuru seçilmiş çoğunlukları sınırlama işinde bu anlayıştan önemli ölçüde sapmış olmasıdır. Bu diyarda demokratik çoğunlukların sınırı hukuktan ve insan haklarından çok, rehberi ve referansı “hikmet-i hükümet”le birlikte resmi ideoloji olan vesayetçi yapıdır.
Özellikle ideolojik referans o kadar can alıcıdır ki, bürokratik vesayet makamlarına demokratik çoğunluklar üzerinde fren işlevi veya veto yetkisi bahşetmekle kalmıyor, “millet”ten yönetme yetkisi almayan kimi siyasi gruplara da sistemin işleyişinde sürekli bir kontrol imkânını garanti ediyor. Daha anlaşılabilir bir ifadeyle, temsil yeteneği olmayan bürokrasi ile eksik temsil yeteneğine sahip bir siyasi heyetin zımni koalisyonu, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, devamlı olarak iktidarda kalabiliyor.
Türkiye’de seçilmiş iktidarlar işte bu “devlet iktidarı”na galebe çalıncaya kadar “milli egemenlik” de demokrasi de eksik kalmaya devam edecektir.
Star