Tâ 80'li yılların başında bir vesileyle Trabzon'a geldiğinde tanıştığımız, çok değerli abimiz emekli akademisyen İdris Görmez'in geçenlerde Antalya'da yerel bir televizyondaki konuşmasını dinledim. O konuşmadan önce, İdris Görmez abimizin hem vakıf çalışmalarında bulunduğunu hem de ders kitaplarının yeni bir anlayışla ele alınıp yazılmasına öncülük eden kıymetli bir akademisyen olduğunu belirtmek istiyorum.
Mesela, bunlardan çok değerli akademisyenlerden hepsi de profesör, Adem Tatlı, İsmail Kocaaslan, Ali Alaş ve Fatih Satıl tarafından yazılan ve "Dalgıç Yardımlaşma Vakfı" tarafından basılıp dağıtılan 9. sınıf biyoloji kitabını kısmen inceledim. Tek cümleyle, çok titiz hazırlanmış ve harika bir kitap. Dili sade, anlaşılır okuma parçaları günlük hayattan seçilmiş, yüreğe dokunan metinler. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. Diğer sınıflar için hazırlanmış, tevhid anlayışının hâkim olduğu kitapların birkısmı da baskıdaymış.
Çok önemli gördüğüm, belki de eğitimdeki en önemli eksiklerden biri olan, bu anlayışla yazılan kitapların yetkililer tarafından hem de acilen resmi ders kitabı hale getirilmesini ve yaygınlaştırılmasını, bağrıyanık bir eğitimci olarak ısrarla tavsiye ediyorum. Devletin en yüksek ağzından da zaten zaman zaman bu konudaki serzenişler dile getiriliyor. Buyurun işte, titiz bir emekle hazırlanmış kitaplar. Daha ne duruyorsunuz?
Kitabı incelerken, Mesnevi-i Nuriye'de geçen "İlim ile cehil arasındaki hicap (örtü) ne kadar latif (şeffaf, ince) ne kadar kalındır. İman ile küfür arasındaki berzah (mesafe, yol) ne kadar şeffaf ne kadar kesiftir." cümleleri hayalimde canlandı. Mesela kitapta su, "İki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana 'getirilmiş', renksiz, kokusuz ve tatsız maddedir." şeklinde tarif edilmiş. Burada hangi kelime dikkatinizi çekti mesela? Benim tek bir "getirilmiş" kelimesi dikkatimi çekti. Zaten önemli olan da bu kelime. Su, hidrojen ve oksijenden meydana "gelmiş" mi "getirilmiş" mi? Mesela tuz, sodyum ve klor atomundan meydana "gelmiş mi getirilmiş mi"? Müfredat değişsin dediğimizde, bakış açısı değişsin, demek istiyoruz. "Gelmiş ve getirilmiş" arasındaki mesafe, ne kadar ince ve kısa değil mi? Bir iki harf sadece. Ama "gelmiş" kelimesi, sanki iş, 'kendi kendine olmuş', tesadüfen birleşmiş, cansız maddeler öylesine bir araya gelmiş manasını, yani inkârı, cehaleti; "getirilmiş" kelimesi ise, imanı, tevhidi ve bir getireni, yapanı akla getiriyor. Kelimeler arasındaki mesafe, örtü hem ince hem kalın. "Gelmiş" dediğinde, içine düştüğün cehalet ve inkâr örtüsünü, basit bir tefekkür ve dikkatle yırtıyor; kolayca iman dairesine, ilim yuvasına ulaşmış oluyorsun. Ama o dikkat ve tefekkürü yapamayınca da imanla aranda, kalın bir perde olmuş oluyor. Aynı şey, ibadetle günah arasında da var. Küçük bir niyetle, bir amelini ibadet yapabildiğin gibi, niyet değişince aynı amel, günaha dönüveriyor. Perde çok şeffaf yani. Hani gündüzü, göz kapamakla gece yapmak ne kadar kolay. İşte nur ve zulmet arasındaki perdeler de bu kadar şeffaf ve kısa. Bir kelime i şehadet ile iman dairesine girebildiğin gibi, iman hakikatlerine karşı olan inat ve göz kapama seni ebedi olarak cehalette bırakabiliyor.
Kitapta buna benzer bir örnek de "Canlıların Ortak Özellikleri" başlığı altında, ilk cümle olarak geçen: "İnsan dünyaya gönderildiği andan itibaren, etrafını merakla izler, gözlemler ve bunlara mânâ vermeye çalışır." cümlesi. "Dünyaya gönderilen insan..." ne dikkat çekici bir giriş değil mi? Bu, "dünyaya gelen insan..." şeklinde de verilebilirdi. Fakat bu tam bir gaflet ifadesi olurdu. "Gelen" kelimesi, sanki insan bir yerde canı sıkılmış, bir de dünyaya gideyim, demiş, anlamını akla getiriyor. Halbuki "gönderilen" öyle değil. Gönderildiyse, bir gönderen var öyleyse. Gönderen varsa, gönderenin bir de gönderme maksadı olmalı. Öyle ya bu kadar pahalı cihazlar takılarak, "pilavı pişmiş, kaşığı sokulmuş" olarak dünyaya gönderilen insan, başıboş bırakılır mı? Hangi canlı başıboş bırakılmış ki insan bırakılsın?
Yine beslenme konusunun işlendiği kısımda: "Her canlı, İlâhî besleme kanunu gereğince, kendine mahsus besinlerle rızıklandırılır." Bu cümlede iki önemli mesaj var. "Beslenme kanunu" ve "rızıklandırılır" kelimesi. "Kendine mahsus besin" de çok önemli. Balık, deniz kazanlarında tuzlu ve basit bir suda beslendiği gibi, kuşun önüne daha geniş sahralar konulmuş. Halife konumundaki insan ise, en mükellef sofralarda ağırlanıyor. Sofraları değişince, kameralar da çalışıyor elbette. Her hâlimiz ve sözümüz aksatılmadan, atlamadan kamerada. Aman dikkat!
Bu küllî beslenme düzgün ve fasılasız olunca, bu işleyişe biz, "beslenme kanunu" ismini takmışız. Bu ismi takınca da bu güzel işleyiş âdileşmiş, beşer nazarında sıradan olmuş. Böylece "En latif ve umumî bir mucize-i rahmet olan bütün yavruların, hazine-i gaybtan muntazaman iaşelerini âdî görüp küfrân perdesin üstüne çekmişiz." Çekince de "rızıklandırır" mânâsını anlamamışız.
Biyoloji kitabını kısmen okuyunca, aklıma üstadın Kastamonu'da lise talebelerine olan bir cümlecik, muazzam dersi geldi. "Bize Halıkımızı tanıtır mısın, öğretmenlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar?" diyen talebelere ne diyor? "Sizin okuduğunuz her fen kendine mahsus lisanla, mütemadiyen Allah'ı tanıtıyor; öğretmenleri değil, fenleri dinleyiniz." Bu cevabınız asrı kucaklıyor ve asra çare oluyor üstadım. Bin rahmet ve minnet sana.
Buradaki ince sır "Öğretmenleri değil, fenleri dinleyiniz." cümlesinde saklı. Çünkü fen ilmi, hiçbir zaman yalan söylemez. Ama fenci, biyoloji öğretmeni yalan söyleyebilir, hakikati örtebilir; gizleyebilir, göremeyebilir. Siz öğretmeni değil, fen bilimlerinin anlattıklarını dinleyin. Hem de mütemadiyen. İşte, bu biyoloji kitabı da mütemadiyen Allah'ı tanıtıyor.
Evet dostlar, İdris Görmez'in TV kanalındaki konuşmasından başladık, kitabı inceledik. Söz, bundan sonraki yazımızda da o konuşmadan yola çıkarak bir yazı yazacağız.
Selam ve dua ile.