“Milli Güvenlik Dersi” yerine “Sivilleşmeye Giriş” dersleri koyun
“Nöbetçi öğrenci Mehmet” sınıfın kapısında heyecanla bekliyordu. İki de bir, önce koridora, sonra sınıfa bakıp parmağıyla “sus” işareti yapıyordu. Ama bunu neredeyse her on saniyede bir tekrarlıyordu. Sonra beklenen an geldi. “Nöbetçi Mehmet” topuklarını birleştirip ön kısmını hafif aralık bıraktığı yırtık ayakkabılarının üzerindeki gergin bacakları, öğleyin yediği bulgur aşının şişirdiği tombul göbeğini de içine çekerek diyaframdan aldığı güçle avazının çıktığı kadar bağırıyordu:
“Dikkat Komutan!”
Sınıf belli ki eğitimliydi. “Bedenci”nin askerlikten edindiği yürüyüş türleri “Beden Eğitimi” adı altında “yanaşık düzen” eğitimiydi. Öğrencilerin zihinleri “otur, kalk, sağa ve sola çark, yerinde say, uygun adım, marş” gibisinden ilham veren “disiplin” anlayışının bombardımanı altında ezik-büzüktü. Bu durum, sınıfın “asker milletin” çocuklarına yaraşır bir “ayağa kalkışı” olarak tezahür edecekti.
Sınıf, zıpkın gibi dikilmişti. Sürü disiplininden doğan heyecan nedeniyle çarpılan birkaç kitap, defter ve kalemin yere düşmesinden çıkan aykırı sesler hariç “çıt” sesi bile yoktu. Çarpılma sonucu yere düşen birkaç kitap-kalem her ne kadar “aykırı” birkaç öğrencinin gülmemek için avurtlarının şişmesine neden olsa da, kıkırdamasını zor tutan bu öğrenciler arkadaşları tarafında çatılan kaşlar altından atılan birkaç ters bakışla bastırılmışlardı çoktan.
“Nöbetçi öğrencinin” “Takdim” sesinin ardından yeşil renkli elbisesi, omzundaki yıldızlarla süslenmiş, parlak çehreli 30’unda bir asker kapıdan girdi. Ayakta, sessizce ve dikkatli bakışlarla kendisine bakan 40 kişilik sınıfın önüne geldi. Ön sıra ile yazı tahtası arasındaki boşluğun tam ortasında, M. Kemal’in mareşal resminin hizasında dimdik ve “Hazır ol vaziyetinde” durdu. Başını ani ve sert bir hareketle öne doğru eğip kaldırarak, gür bir ses tonuyla “Merhaba arkadaşlar!” dedi.
Sınıftaki kırk kişi, tıpkı “merasim bölüğü” gibi hep bir ağızdan aynı ses tonu ve aynı sert-gür bir tonlama ile “Sağol!” diye haykırdı. Sonra aynı tonlama ile “Oturun” dedi. Sınıf tam bir sessizlik ve mutlak itaat içinde sıra gıcırtılarına da dikkat ederek yerine oturdu.
***
Okul bahçesini çevreleyen duvarlar oldukça yüksekti. Duvarların köşelerinde nöbet kulesi yapılmamıştı ve duvar diplerinde devriye gezen öğrenciler de yoktu. Ama sokaktan okula giren “Nizamiye kapısı”nda iki öğrenci nöbet tutuyordu. “Bahçe nöbetçisi” öğretmen de bu öğrencileri ara sıra kontrol ediyordu.
Pencereden bahçede görünenler bunlar değildi sadece. Okulun “mızıka takımı” veya bilindik adıyla “bando takımı” da bam-güm çalışıyor; bayrama “hazırlık yürüyüşleri” yapan “öğrenci bölükleri” “uygun adım” çalışıyorlardı. Bu arada “Bedenci”nin sıradan “eğitimci” bir sivil olduğunu unutup yanlış adım atan, sağa sola bakan öğrencilere bağırıp çağırması dışarıdan bakanlara bu kişinin “önemli bir iş; sözgelimi vatan kurtarma işi” üzerinde olduğu intibaını veriyordu.
Bayramlar biz çocuklar için tatil olması itibariyle mutluluk vericiydi. Dondurma, kâğıt helva ve elma şekeri favorilerimizdendi. Kimi babaların “komando kıyafeti” giydirdikleri çocuklarının ellerinden tutarak uygun adımda yürüdüklerini görmek bayramların en ibretlik kısmıydı benim için. “Asker millet”in çocuklarının daha doğuştan militer giysilerle süslenmesi aynı zamanda düşündürücüydü de.
Bayram gününün medyası ise asker milletin kabaran duygularının gazete sayfalarına ve TV ekranlarına taşan çağlayanlarıydı adeta. “Asker milletin” kılavuzluğuna soyunan “postal kafalı” yazarları ve “postal fetişisti” gazetecileri olduktan sonra burnumuz darbelerden kurtulur muydu hiç?
***
Yıllar sonra, okullarımızın ırkçılık yapmada ve düşman üretmede nasıl da işlevsel bir rol oynadığını, en içten ve samimi insanların bile gelişen olaylardaki tutumlarından anlıyordum. Bu tohumların daha o ilk milli güvenlik dersiyle atıldığını görüyordum. “Militer okul”umuzdaki nöbetçi öğrenciliğimden, bahçe nöbetinden, bedencinin hal ve tavırlarından, okul müdürünün “kaz adımıyla” başını çektiği okul bölüğümüzün devletin önünden resmigeçitle geçmesinden, yıllar sonra, milli güvenlik dersine giren yüzbaşının sınıfta sarf ettiği ağır sözlerinin ne anlama geldiğini anlamaya kadar damarlarımda tam bir A rh pozitif, militer kanı taşıdığımı fark ettim.
Sonra bu tezgâhtan geçen Türkiyeli herkesin, konuldukları kafesin biraz genişletilmesiyle “özgürleştiklerini” sanmalarının ne kadar saçma olduğunu da idrak etmeye başladım.
İktidara gelip muktedir olamayan ve hükümet kurup hâkim olamayan siyasal kadroların acizliklerinin bir nedenini de anlamış oldum. Militer okullarda aldıkları eğitim ve sonra da askerlikte sürtüldükleri burunları onlar için yeterli bir dersti zaten. Siyasetçilerin, anayasayı veya bir maddesini bile neden değiştiremediklerinin bir nedenin de “ezik geçmişlerin” güne yansıyan acı nağmelerinden başka bir şey olmadığını anladım.
Balyoz, ıslak imza ve bin bir türlü darbe planları yapanların terfi ettirilip, başı örtülü veya namaz kılıyor diye ordudan atılan subayların neden böyle bir uygulama ile yüz yüze olduklarını, uysal milletimin militer okullardan aldıkları eğitim ve kışla terbiyesi ile boğulmuş sesinin neden inleyerek çıktığını da “derinden” anladım.
Son söz
Sivilleşmeye nereden başlanmalı mı dediniz?
Sivilleşmeye yeni ve sivil bir anayasadan değil…
Militer bir kafaya nereden sahip olmaya başladıysak, oraları düzeltmekle başlayalım, derim.
Yani, okullardan…
Yani, okullarda ve okul çevresindeki “herkesi” fişleme işini yapmak için ihdas edilen “Milli Güvenlik” derslerini kaldırıp “Sivilleşmeye Giriş” dersleri koymakla başlayalım.