“Sarı melek” derim ben anneanneme. Sarı saçlı, mavi gözlü, yapılı bir kadındır anneannem. Uzaktan bakılınca Boşnak kadınlarını hatırlatır.
Anneannem üvey. Annem beş yaşında iken annesini kaybetmiş. Dedem de onlara “cici anne” olarak onu getirmiş. Annem zaman zaman öz babasından şikâyet etse de, üvey annesinden hiç şikâyet etmez. Ona karşı akıl almaz bir sevgisi ve sadakati var. Onu hiç üvey anne gibi tutmaz.
Ben dünyada kendimi hep “üvey” hissetmeme rağmen, anneannemin yanında kendimi annem gibi hep asıl, hep öz hissederim. Laf aramızda kendimi onun yanında güvey kadar değerli hissettiğim de olur. Bu durum belki de onu “sarı melek” değil de “sarı gelin” gibi görmemden kaynaklanıyor; bilmiyorum.
Anneannemin okuma-yazması yok. Duaları namazlarını kılacak kadar bilir.Ramazan yaklaştığı zaman camiyi temizleyen genç kızlara katılır. Terefi kılmaya (Balıkesir’de eskiler teravih namazlarına “terefi” der) camiye gider.
Yüzünde sinema perdeleri gibi sürekli yenilenen teravih namazlarından kalma ancak meleklerde rastlanabilecek bir sekinet ve sükûnet hali hüküm sürer. Sessizlik içre büyür gider. Hayatla alıp veremediği yok. Kimsenin tavuğuna “kış”, horozuna “yaz” demez. Ölenle ölür, gülenle güler. Düğünde oynar, cenazede ağlar. Bir süre önce eşini yani dedemi kaybetti. O gün bu gündür ölenle ölmüyor, gülenle gülmüyor, kendi halinde yaşayıp gidiyor.
İstanbul’dan Balıkesir’e geldiğimde kapısı çaldığım ilk kişi odur. Hemen her arefe günü ziyaretine giderim. Balıkesir’de arefe günleri mezarlık ziyareti yapılır. Ben “mezarlık” dediğimde hemen düzeltir: “Mezarlık değil; kabristan.”
Yaşı ilerlediğinden midir, yoksa gerçekten mezarlığı bir anayurt olarak görmüş olmasından mıdır, kabristandan bahsederken sanırsınız ki çocukluğunun şehri Selanik’ten bahsediyor. O kadar bildik, o kadar tanıdık, o kadar yaşanmışlık dolu cümleler. Ölümden bahsederken çocukluğuna özlem duymak gibi neşeli, büyüklerine saygı göstermek gibi hürmetkâr.
Hikmet ve ahenk dolu.Ara sıra şiirler yazan biri olarak onu dinlerken kendimi alabildiğince aciz hissederim. Bendeki ağdalı, kalabalık ve kabalık kokan mısralara mukabil, onda insanın derununa işleyen hikmet, zarafet ve ahenk dolu sözler…
Bu ramazan bayramının arefe günü yine onu ziyaret ettim. Hal hatır sorduktan sonra, anneannem sözü dedeme, dedemin ölümüne, oradan da ölümün kendisine getirdi.
Aslına bakılırsa dedem anneanneme pek iyi davranmazdı. Onu çok üzerdi. Buna rağmen anneannem onu çok severdi. Her şeyin merkezine onu koyardı. Ölümden bahsedecekken bile ilk önce dedemden bahseder, sonra onun ölüme, en sonunda da ölümün kendisine değinirdi.
Bu gün de öyle oldu. Önce dedemden, sonra onun ölümünden, en sonunda ölümün kendisinden bahsetmeye başladı:
Ölüm hakkında kalıcı sözler söylemek için getiriliriz hayata.
Hiçbir canlının ayıltamayacağı bir baygınlık içinde yakalar ölümü yaşam.
Esnek esnek solumanın titreşimli söylenişlerine dönüşür hayatın arka bahçesi mevt.
Kalbin tıkandığı bir dağa tırmanın Ferhat’ı olur yaşam, ölümün öncüsü kıvrımları adımlarken.
Sözün tükendiği dağın ardını ruh kendi hızınca arşınlar.
Ruhun ayaklarından dökülür yaşamın diriliği ağır koşu boyunca.
Dökülür ve söner hayat, ölümün kervanına katılırken ruh.
Bilinç gergefi dokumanın iç ayrıntısı oluverir süregelen tazelenişte.
İnsan vicdan evinin onarılışı için sağlam harfler okur saf saf.
Okur, dokur; dokur, okur.
Fokur fokur fokurdar çöl sıtmasından kurtulan ten.
Safını terk eden ruh yeni hayatın bahçesinde minbere geçer imamlık için.
Terk edilen yerlerden at ölgünlüğü, maşrapa tınısı, su şırıltısı, melek kıpırtısı duyulur.
Meleğin başı altmış ağza bölünüp dualar kuşanır.
Saf saf saflaşırken taze ölüm, ruhun kuşağında cisim saflaşır.
Ruhun kuşağı yeni bir nesil olur.
Ölüm ayrı ve ayrıntı kılıverir insanı o an.
Ölümün ayrılışa mahkûm eden kanaati varlığı toprağa ular.
Ten toprağa karışır, ölen sonunda “öl”ü düşmüş kendileyin bir ‘en’ olur.
Yağmur sonrası kabaran toprak heyecanıyla ürperir yenice ekilen buğday.
Ürperişler ırgalanışları arkalar.
Ölümün ayak seslerinin son yankısı uzun tahtalar arasında kaybolur.
Yongaların ağaca dönmeyeceği o an fark edilir.
Tahtaya vurulan başın acısını ruhun gizli mahzenindeki kapıkulu ağası duyar önce.
Ölümün sesini, verilen cevaplarla yaşadığının ayrımında olan bütün kabir kâşifleri işitir.
Hayat ölümün soru-cevap yazıtlarıyla irkilir, ölüm hayatın toprağa inişiyle beslenir.
Kalıtımlı güle bezenen kızılca akşamlığı haykırır cama dönen tahtaların ardından.
Kızıllığın karanlığa eklendiği anda herkes gözlerinin sokaklarında içine kendini doldurduğu beyaz gelinlikle gezinir.
Öncesinde etkin ve dayanıklı suskunluklar, sonrasında sakin ve sakınmalı konuşmalar…
Minberdeki ruh gelinliği cübbe gibi giyer.
Duvağı açtıkça, ikide bir ‘ölüm yaşamdan bir kelime taşır içinde, yaşam da ölümden; cümle yaşam ve ölümün birbirine geçtiği iki kelimedir…
Sustu…
Suskunluğu bir gelinlik misali tenini örttü. Ruhun mihrabından tenin minberine indi.
“İkindi namazı geçmek üzere...” dedi.
“Sarı gelin” mi desem, “sarı melek” mi desem; kalktı yerinden.
Kainat ayağa kalktı.
Seccadesini serdi, namaza durdu.
Kainat ayaklarının altında ona secdeye durdu.
Namazı hayat ile ölüm arasında secdeden bir köprü oldu.
Secdeye kapandı.
Bir daha kalkmadı…