Risale-i Nur Külliyatının en merkezî risalelerinden biri, Kur’ân’ın mucizeliğini pek çok yönden isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”dür. Bu risalenin “Üçüncü Ziya” başlığını taşıyan en son bölümünde ise, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ın mucizeliğinin en parlak işaretlerinden biri olarak, ondaki bütünlük, uyum ve dengeye işaret eder. Bir olan hakikatin pek çok rengi, pek çok veçhesi vardır ve Kur’ân’da bütün bu renkler ve veçheler tam bir uyum ve denge içinde bize sunulur. Kur’ân’daki bu dengenin izini sürebildiğinde mü’minler de hayatlarında dengeyi ve kıvamı bulur. Bu dengeyi kuramadığında ise, hakikat yolunda bile olsa, hakikatin bir renginde odaklanarak, Kur’ân’ın sunduğu dengeden ve bütünlükten mahrum olur.
Ondan bu denge, bütünlük ve uyum dersini alan bir Kur’ân talebesi olarak, Bediüzzaman’ın hayatında ve eserinde de bu dengenin tezahürleri ile karşılaşır insan. Hakikatin hangi durumda nasıl tatbik olunacağı, hangi muhataba ne şekilde sunulacağı, hakikatin değişik veçhelerinden hangisinin hangi şartlarda öne çıkacağı… Bu ve benzeri sorular, hep bir ‘denge’ meselesidir. Ve Bediüzzaman, Kur’ân’ın izini sürerek, bu noktada bize yol gösterir, yordam öğretir.
Bu bütünlüğü ve dengeyi kavradığımız ölçüde, Risale-i Nur’a bütüncül, dengeli bir kavrayışa ulaşırız. Bu bütünlüğün izini sürmediğimiz takdirde ise, hakikatin bir rengini, uysa da uymasa da her zemine tatbik eden ve bunu yaparken hakikatin bütün renklerini gözden kaçıran bir arızalı bakışa ve düşünüşe duçar oluruz.
Birçok örneği vardır bunun. Bir örneği, Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’nin “Dördüncü Mesele”si başta olmak üzere birçok bahiste karşımıza çıkan, ‘daireler’ tahlilidir. Bu bahiste de gördüğümüz üzere, insanların en başta kendi iç dünyasını, sonra ailesini, sonra yakın çevresini hakikatle hemhal kılma sorumluluğunu atlayıp; en geniş daire olan ‘küresel siyaset’le meşguliyetinin tehlikelerine karşı sıklıkla uyarıda bulunur Bediüzzaman. Ahireti unutacak şekilde dünyaya meşgul olmak, dünya içinde en yakın dairedeki vazifelerini unutacak veya ihmal edecek derecede en uzak daireye bakmak, bütün bunlar birer arızadır ve birer dengesizlik işaretidir. İnsan, yakından uzağa bir ehem-mühim sıralaması yapmakla mükelleftir.
Doğru bilgiye ulaşmak
Diğer taraftan, birşeye daha dikkat etmelidir insan. Doğru bilgiye ulaşmanın zor, hatta imkânsız olduğu bir zeminde, yanlış bir bilgiyle yanlış düşüncelere, kanaatlere, kararlara ulaşıp yanlış fiillere de yönelebilir. Âyetin bildirdiği üzere, haberi ‘fâsık’ın getirdiği, ama bu haberin doğruluğunu sınama imkânının olmadığı zeminlerde en doğrusu, bilgiyi saklayan veya saptıran ‘dezenformasyon’a kulağını kapatmaktır.
İşte, İkinci Dünya Savaşı şartlarında, böylesi hikmetlere binaen, “Dördüncü Mesele”yi yazmıştır Bediüzzaman. Yanısıra, birçok mektubuyla da, talebelerini ve mü’minleri, insanı en birinci sıradaki vazifesinden alıkoyan, zihin dünyasını altüst eden, iç dünyasını eksik veya saptırılmış haberlerle dağıtan ‘fâsık haberleri’ne kulağını kapatmaya çağırmıştır. Öyle ki, kendi tabiriyle o ‘Harb-i Umumî’ şartlarında ‘yedi sene’ hiç radyo haberi dinlememiş, hiç gazete okumamıştır.
Ama bu durum, dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir Bediüzzaman portresi de çıkarmaz karşımıza. Bilakis, dün İslâm dünyasını ve mazlum milletleri sömürgeleştirme hesabına girişmiş küresel güçlerin tabir yerindeyse ‘birbirini yediği’ bu savaş şartlarından, hiç radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, haberbar olması gereken yönüyle, haberdardır da Bediüzzaman. Kastamonu Lâhikası’ndaki ilgili mektuptan öğrendiğimiz üzere, o savaş hengâmında soğuk kış şartlarında bombalar altında inleyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve masumlar, Bediüzzaman’ın zihin ve kalb gündemindedir. “Onüçüncü Şua”nın sonundaki mektuptan anlaşıldığı üzere, modern zamanların zalimâne topyekün savaş mantığının bu büyük savaşta yol açtığı tahribattan da haberdardır. Yine, “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme”nin belgelediği üzere, bu savaşın insan fıtratında yol açtığı buhranların da farkındadır ve bunlara karşı Kur’ânî bir tedavinin nasıl sunulacağı üzerine zihni ve kalbi meşgul olmaktadır.
Yani, Bediüzzaman’ın o büyük savaştan kulağını uzak tutmasının bir dizi sebebi vardır: Savaşın her iki tarafı da zalimdir. Savaş âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile doğrudan ilgili değildir. Savaşla ilgili sahih bilgiye erişme imkânı neredeyse yoktur. Savaşın bu yönüyle asla ilgilenmez Bediüzzaman. Ama bu savaştan imana, Kur’ân’a, âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair bir vazife, bir sorumluluk veya bir ders çıkarma noktasıyla ise ‘yedi senedir bakmadığı halde’ ilgilidir!
Bediüzzaman’ca sorumluluk
Hele ki doğrudan ümmeti ilgilendiren meselelerde, Bediüzzaman’ı sorumluluğunu müdrik bir âlim olarak görürüz. Onun, doğrudan hilâfet merkezi Osmanlının, dolayısıyla İslâm âleminin ve ittihad-ı İslâm’ın hedef alındığı Birinci Dünya Savaşı şartlarında Kur’ân’ın mucizeliğini gösterecek bir tefsir yazma sorumluluğunu da atlamadan Ruslara karşı fiilen cihad vazifesini deruhte etmesi; İngiliz işgali ve İstiklal Harbi şartlarında İstanbul’da İngilizlerin propaganda ve psikolojik savaş mekanizmalarına karşı mücadele vermesi, bunun bir nişanesidir. Onun, bu şartlarda, şöyle dediği de, Tarihçe-i Hayat’ında aşikâr biçimde bildirilmektedir: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşallah.”
Aynı şekilde, özellikle Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupları, Bediüzzaman’ın mü’minleri, İslâm âlemini ve ittihad-ı İslâm’ı ilgilendiren meselelerle meşguliyetini ortaya koyduğu gibi, bize bu meşguliyetimizin içeriği ve usulü noktasında yol da gösterir. Bediüzzaman, hiçbir zaman, vakit geçirmek, oyalanmak için, yahut âdeta maç seyreder gibi taraflardan birini tutup sonucunu takip etmek adına dünya hadiseleriyle ilgilenmemiştir. Yine Bediüzzaman, en birinci ve en yakın dairedeki vazifesini unutarak da, ülke veya dünya siyasetiyle zihnini meşgul etmiş biri değildir.
Ama aynı Bediüzzaman, zalimlerin lehine yazılacak bir suskunluktan ve ilgisizlikten de beridir. Bilakis, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun farkında olarak; birinci, ikinci, üçüncü dairelerdeki vazifesini asla ihmal etmeden, dokuzuncu, onuncu dairelere de bakmış ve ona göre bir tavır geliştirmiştir. Dersim’de olup bitenlerden de bu sebeple haberdardır; Lozan’da neler olduğunun da farkındadır; Ayasofya’nın müze yapılmasının hangi sebeple olduğunu ve ne anlama geldiğini de bilmektedir; 1950’li yılların şartlarında Mısır’da, İran’da olup bitenleri de bilmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır.
Yani, Bediüzzaman ne aslî ve en birinci dairedeki vazifesini unutarak ‘onuncu daire’deki vazifesiyle meşgul olmuştur, ne de ‘birinci daire’den ötesini gözardı ederek ilgisizlik veya tepkisizlik suretiyle ülke veya dünya siyasetinde zulme taraf ve destek olmuştur. Bilakis, onun hayatının ve eserinin bütününde, bu noktada da bir dengenin dersi vardır.
Onun ayak izlerini takip edenlerin ise, bu denge dersinden hareketle, mü’minleri ve insanlığı ilgilendiren meselelerde Bediüzzaman’ca bir sorumluluğu kuşanmaları şarttır.
Unutulmasın, onun bize bıraktığı miras, ‘müsbet hareket’tir; zulme karşı tavır koyamayan, haksızlığa karşı suskun, dolayısıyla haksızların hesabına yazılan, ‘menfi’ bir ‘hareketsizlik’ değil…
Bu bağlamda Mısır ve Suriye’de yaşananların bizi ne kadar alakadar ettiği veya etmediğini yeniden değerlendirmemiz ve hareket tarzımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmiyor mu? (Moral Dünyası)