Nazife Şişman'ın yazısı / Sosyolog-Yazar
"Hasta mıydı yoksa kaza mı?" Vakitsiz bulduğumuz ölümlerin ardından hemen araştırmaya başlarız ölüm sebebini.
Hele de ölen Yunus'un dilince "gök ekin biçilmişçesine" içimizi yakacak bir gençse. Sanki sebep bizi teselli edecekmiş gibi, sanki ölümün bir sebebi olması gerekirmiş gibi. "Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane" sözünün bahane kısmını çok ciddiye aldığımızı mı gösterir bu soru? Belki de bu ciddiye alış nedeniyle bahaneyi ortadan kaldırırsak ölümü de ortadan kaldırabileceğimize inanıyoruz. Modern tıp, hastalıkları yenerek ölümün öldürülebileceği inancını besliyor.
Geçen ay bir İngiliz bilim adamı uzun yaşamanın sırrını bulduğunu açıkladı. Esasında ölümsüzlük sırrını ele geçirmek insanlığın kadim arzularından biri. Masallarda, destanlarda ölümsüzlük iksirini ele geçirmek için çabalar hep kahramanlar. Ama bu bilim adamı "masal" anlatmıyor, bin yıl yaşamanın "bilimsel" olarak imkân dahilinde olduğunu ilan ediyordu. Hücrelerin yaşlanmasını engelleyen ve kendi kendilerini tamir etmelerini mümkün kılan teknolojik müdahale yapıldığında insanların çok çok uzun yaşaması ve genç kalması mümkündü. Hatta bu bilim adamına göre 150 yıl yaşayacak olan kuşak son birkaç yılda dünyaya geldi bile.
Hücrelerin yaşlanmasını engelleyen teknikler, hastalıkların tedavi edilmesi ile ömrün uzaması, organ nakilleri sayesinde eskiyen ve yaşlanan organların tamir edilmesi vb. teknolojik gelişmeler, ölümün de bir hastalık olarak algılanmasına yol açıyor. Yeni tıp teknolojileri hastalık ve yaşlılık engellenebilirse ölüm de engellenebilir kanaatini destekliyor. Ama sadece böyle bir desteğe yol açmadı yeni teknolojiler, ölümün tanımlanması meselesini tıbbî etiğin en önemli meselelerinden biri haline getirdi. Nasıl ki yardımla üreme teknolojileri embriyonik hayatın başlangıcı ve sona erdirilmesi ile ilgili etik problemler ortaya çıkardıysa yeni tedavi usulleri de ölümün ne zaman gerçekleştiği ile ilgili ciddi sorulara yol açtı.
AHİRETİN GÜNDELİK HAYATTAN ÇIKARILIŞI
Geleneksel olarak nefes alma durduğunda gerçekleştiğine inanılan ölüm artık uzun ve ayrıntılı bir süreç. Akciğerin ve kalbin fonksiyonlarını yitirmesi, beyin ölümü, somatik ölüm... Tıbbın yanı sıra hukukun da dahil olduğu bir tanımlama gerekiyor ölümle ilgili. Mesela beyin ölümü, organ nakillerinin meşrulaşması için 1967'deki ilk kalp naklinden sonra icat edilmiş bir tanım. Tıbbî gelişmeler hastalıkların tedavisini mümkün kılmanın yanı sıra yaşamın ve ölümün tanımını da değiştiren bir sürece geçit veriyor.
Ama hayat ve ölüm gibi meseleler sadece tıbbî düzeyde ele alınabilir mi? Mesela Müslümanlar ölümün ne zaman gerçekleştiği sorusunu sadece tıbbî düzeyde cevaplayamazlar. Ölümü eninde sonunda tedavisi bulunacak bir hastalık olarak da algılayamazlar. Çünkü o bir vaizdir. Yani bir hatırlatıcı. Ahiretin var olduğunu, insanın bu dünyada yaptıklarından sorulacağını, şu yaşadığımız hayatın ötesinde bizi "daha hayırlı" bir hayatın beklediğini, "O gün"ün geleceğini hatırlatan bir uyarıcıdır ölüm. Bu nedenle de sadece tıbbî bir düzeyde ele alınırsa idrak edilemez. Halbuki bugün tıp ve biyoteknolojideki gelişmeler, hem ölümün gerçekleşme zamanı ile ilgili tartışmalara yol açıyor hem de ölümü sadece tıbbî bir çerçeveye hapsediyor. Belki de bu yüzden artık insanlar yataklarında değil, daha ziyade bir hastane odasında ya da yoğun bakım ünitesinde karşılıyorlar ölümü. Philip Aries, Batılının ölüm karşısındaki tavırlarını anlatırken ölümün reddedilmesi ve yasın kamusal hayattan dışlanmasının somut işareti olarak görüyor yaşlıların ve ölümcül hastaların evden uzaklaştırılması uygulamasını.
Ya evden dışarı atılan ölüm tamamen bizi terk ederse ne olur?
Saramago "Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş" adlı romanında ölümün terk ettiği bir diyarı anlatır. Bir sabah o ülkedekiler ölümün "öldüğü" bir güne uyanırlar ve artık o andan itibaren çok yaşlandıkları ya da bir trafik kazası geçirip bütün organları parçalandığı halde ölemez insanlar. Hastaneler ve huzurevleri tam kapasite çalışırken cenaze levazımatçıları işsiz kalır. Sosyal bir deprem yaşanır ülkede. İnsanları gizlice ülkenin sınırından geçirip ölüm ile buluşturan bir mafya ortaya çıkar. Adeta rahmetli ninemin dilinden düşürmediği bir durum yaşanır evlerin kapalı kapıları ardında: "Ölmek bir nimet, ölememek musibet."
ÖLÜM BİR HASTALIK DEĞİLDİR
Hayatın geçiciliği ve ölümün İlahî planın bir parçası oluşu üzerindeki vurgu nedeniyle Müslüman toplumlarda, Batı toplumlarında ölümün tıbbîleştirilmesinin ortaya çıkardığı sonuçlara henüz rastlanmıyor. Çünkü Müslümanların ahiret inancı, ölüm meleğinin insanı ziyaret ettiği vakti beklemenin doğal bir insanlık durumu oluşunu destekler. Doğal bir insanlık durumu olarak ölüm, Allah'ın iradesi ile gerçekleşir ve öbür dünyaya ulaşmak için insanların geçmesi gereken bir köprüdür.
Hatta ölümün varlığı, Allah'ın varlığının delillerinden biridir. Ölüm Müslümanlar için bir yok oluş değildir. Çünkü Allah ahirette insanları yeniden diriltecektir. Eğer ölüm hayatın içinde bir unsur olmaktan çıkarsa, yaratılış gayesi ve yeniden diriliş de idrak edilemez. Allah'ın her şeye kadir olduğuna ve hükmün O'nun elinde olduğuna yakinen kani olmak biz faniler için mümkün olmaz. Bu idraki mümkün kılmak için atalarımız ölüleriyle iç içe yaşamalarını mümkün kılan bir şehir düzenlemesi yapmışlardı.
Tabiat, doğum, ölüm ve yeniden doğuş, tekrar yok oluş döngüsünün sürekli sergilendiği bir sahnedir. Bu sahnedeki ölüm gerçeğine gözlerini kapamak, esasında ecele dair inancı ve ahiret inancını da zayıflatmaktadır. 1990'lı yıllarda Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısında yazan "Her canlı ölümü tadacaktır" ifadesini korkutucu bularak kaldırmak isteyenler tamamen seküler kaygılarla hareket ediyorlardı. Ölümü hastanelerin yoğun bakım ünitelerine kilitlemekle, yani ölümün tıbbîleştirilmesiyle, vaiz olarak ölümün hayatımızdan çıkışı ve ahiret inancının zayıflaması arasında bir parallellik kurmak yanlış olmaz.
Artık ecelin ne ileri ne geri gideceğine dair menkıbeler değil, mucize tedavilerle hastalığı/ölümü yenenlerin "başarı hikâyeleri" yer buluyor kulaklarımızda ve gönüllerimizde. Hâlbuki ecelin ne ileri ne de geri gideceği inancı, Müslümanların zihinlerinde pek çok menkıbe ile kayıtlıdır. Azrail'den kaçarken onunla Hindistan'da karşılaşan adamın hikâyesi ölümün kaçınılmazlığı ile ilgili bilinçaltını oluşturan en yaygın hikâyelerden biridir. Mevlânâ'nın Mesnevi'de anlattığı kıssa Hz. Süleyman zamanında geçer. Bir gün beti benzi atmış bir adam Hz. Süleyman'ın yanına gelir koşarak. Azrail'in kendisine hışımla baktığını, bundan çok korktuğunu anlatır aceleyle ve rüzgârlara hükmü geçen Hz. Süleyman'dan kendisini Hindistan'a göndermesini ister. Hz. Süleyman adamın dediğini yapar, onu Hindistan'da ücra bir adaya gönderir. Ardından da Azrail'i görür ve adama neden hışımla bakıp korkuttuğunu sorar. Azrail ise şöyle cevap verir: "Efendim ben onu korkutmak istemedim, sadece çok şaşırdım. Çünkü aldığım emir onun canını Hindistan'da almaktı. Burada görünce bir günde oraya gitmesi mümkün değil diye düşünerek hayretle baktım." Bu izahtan sonra Hindistan'a gider ve adamın canını takdir edildiği şekilde orada alır.
Bu kıssa insanın ecelinden kaçamayacağını hikmetli bir şekilde anlatarak Müslümanların ölüm karşısındaki tavırlarını belirleyen art alanı oluşturan anlayışın bir örneğidir. Hâlbuki günümüzde medikal yaklaşımın bütün kişiliği ele geçirmesi nedeniyle kendisini damarlar, sinirler, kaslar ve organlardan oluşan somatik bir varlık olarak tanımlayan insan, ecel mefhumundan gittikçe daha fazla uzaklaşmaktadır. Çünkü tıp teknolojisi iflas eden organların yerine yenilerini ikame etmekte, makineye bağlı olarak uzatmalı bir yaşam sunabilmektedir hastalara. Bu da fişi çeken tıp personelini ya da hasta yakınını öldüren ve yaşatan İlahî kudretin yerine geçiren bir algıya sebebiyet vermektedir.
Hâlbuki hastalık ve sağlık gibi doğum ve ölüm de sadece tıbbî olaylar değildir. Kişinin imanını, hayata dair tavır alışını, dolayısıyla hem dünyasını hem de ahiretini tayin eden merkezî önemi haizdirler. Bu sebeple hem dünyada hem ahirette iyilik istemekle tavsif edilen Müslümanların, ölümün tıbbîleştirilmesine belli bir mesafe koymak ve ahiret inancını gündelik hayata dâhil etmek üzere bir şuur ve idrak geliştirmeleri elzemdir.
Zaman