Bize vaslını yâd ettiren ve oyuncaklarımızın altındaki endişelerimizi gideren Allah’a (cc) hamdolsun. Mihverimizi topraktan uzaklaştırıp gökdelenlere yerleştirdiğimizden beridir hedeflerimizin yönü değişiverdi. Fıtratımızı tırmalayan bir dünyada bulunmak ne kadar zor. Elinde bir kor parçası varmışçasına, bir ceylan ürkekliğiyle yaşamak hepimizin hikâyesi. Mızıkçılık edip insan türü arasındaki terakki ritmini altüst eden Protestan ruhu hepimizin damarlarında dolaşıyor. Evet, biz geri kalmadık; belki onlar fazlaca ileri gitti. Bu öyle bir şey ki insana sabah kendisini uyandıranın akşam kurduğu çalar saat olduğunu dayatıyor. Bizde bir burjuva yoktu ki emeği köleleştirip sömürgeciliği baş tacı etmekle hırsızlığı bir ahlâk kılıfına sokabilsin. Aziz Pavlus “Tanrıyı sev, dilediğini yap” demekle, dünyalarımıza vahşeti hediye ettiğinin farkında mıydı, bilmiyoruz? Avrupa'nın “Hür düşünce”si serada yetiştirilen iyi görünümlü, lezzetsiz sebzelerden farksızdır. Hayatı bir fenomenler yığınına çevirirseniz olacağı budur. Çünkü fenomen (olay ya da görüngü) anlama atıfta bulunmaz; mekanizmaya, basit bir ritimseverliğe yönelir. Hâlbuki hayat kendisini tanzim edeni anlatan edebî bir cümledir.
Mâzisi balçık ve tufan, geleceği kaos ve kıyamet olan bir hayat bizimkisi. Engin denizlere açılıp büyük dalgalara yutulmak istiyoruz. Ölümümüz dahi şaşaalı olmalı. Protoplazmanın bir mikroba yenilmesi, insanlık onurumuzu yerden yere vuruyor. Etnoğrafimizi eşelediğimizde iyi şeylerin de var olduğuna şahit oluşumuz; "zaten hep böyle gelmiş"e sığınan nefsimize, aldanışını yüzüne çarpan bir durum. Yüzyirmidört bin peygambere karşı yüzyirmidört milyon sihirbaz; yüzyirmidört milyon evliyâ karşısında yüzyirmidört milyar büyücü çırağı. Hayat illüzyon olmadığından rakamların mağlûbiyeti mukadder bir netice.
Politika ve enformasyona terk ettiğimiz hayatımız cereyan ediyor görünen bir resim, düşünüyor sanılan bir akıl. Başkalarının gafletini avuntu vesilesi yapan bir tenperverlik bizimkisi. "Kalite" in, "maslahat" out. Diplomaperest bir eğitim, ulûfeperest bir ulema. En güzîde artistlerimiz cyborglar; yani mekanikleşen dünyanın müstakbel insanları. Newton böyle olsun ister miydi, bilmiyoruz? Ahvâl-i ehl-i hizmet “münkirlerini yitirmiş bir asr-ı saadet”. Zıddıyyetsiz olmuyor; siperleri belli olmayan bir dünyada bakıyorsunuz onlar da karşı tarafa geçivermişler. İman İnkılâbı’na soyunmuş bir topluluğun holdingleşmesi, cihadın da asaletini yitirmesi demektir. Önlerinde kesecek bir müşrik kellesi bulamayan (!) beyzadeler ganimet telâşesin kapılıveriyorlar. Zaferleri bir hîn-i yağma telâkki eden güruhun kaderi 'Velid oğlu Hâlid'…
Anka Kuşunun yeri derviş hasırı değildir. Halk içinde muteber bir nesne olmaya çabalamak suya yazı yazmak gibi bir şey. "Büyük balık küçüğünü yutar" diyerekten tabiatı nesebimizle oynayan bir canavar haline soktuğumuz şu dünya bir hasır kadar bile değil. Sosyal İstem düşüncelerimize yön veren ikizimiz. İnsanî münasebetlerimizi spermayla özdeşleştirmişiz. Moda, yevmî emirlerimiz oluvermiş. Kadınsı, çıtkırıldım, bencil erkekler; kaprisli erkekleşmiş cinsel meta kadınlar. Dünyayı başıbozuk bir elipsoit diye çağıran biziz. Yaşantı dediğimiz şey; otomatiği ayarlanıp, zembereği kurulup hayatlandırılan oyuncak bebeklerin sun'î çığlıklarından ibaret. Hepimizin içinde yatan istek kan pıhtımızı ebedîleştirmek. Ehrâmlar ve anıtmezarlar bunun acemice açığa vuruluşu…
Bâbil Kulesi'nin harâb oluşundan beridir insanlar birbirlerini anlamıyorlarmış. Yapıntı, kurmaca bir dünyada hakikat pek alıngandır. Kapitalizm için faiz bir gerçektir, komünizmde anarşi bir gerçektir, demokraside halkın hâkimiyeti bir gerçektir. Fakat tüm bu gerçekler hakikat değildirler. Çünkü faize karz-ı hâsen ile cevap vererek, anarşizmi sevgiyle gidererek, hâkimiyeti hizmetkârlıkla değiştirerek gerçekten hakikat e ulaşılabilinir. 'Bir'i 'iki' görmekle; yani hayatı sekülarizme çiğnetip amellerimize dünyevî-uhrevî etiketlerini vurmakla kendimize yazık ediyoruz. Eğer her bir fiilimiz, her bir fikrimiz Hâfıziyet'in dergâhında korunuyorsa; bizim haddimiz yoktur ki "şu dünyalık bu da ahretliktir" diyebilelim.
Güzel şeyler uğruna hiçbir çabası olmayan birisi için en zor iş iyilik adına küçük bir şey yapmaktır. Örtündüğü halde namaz kılmayan, namaz kıldığı halde faizden çekinmeyen 'paradoks insanlar'ın varlığı bundan. Sudan çıkmış balığın durumu. Namaz kılmak bir ayrıcalık, örtünmek bir klâs meselesi haline dönüşüverdi. Çabuk tatmin olmak ve hayatını ucuza teslim etmek; keyfiyete uzanan yolda daha ilk istasyonda konaklayıvermek bizim kaderimiz olmamalıydı.
İnkılâb-ı siyasîye[i] devirlerinde korkuyla dini rüşvet vermek bir alışkanlık haline geldi. Bunca çabalayıp inşa ettiğimiz binanın bir üflemeyle göçüvermesi, dindeki hissemizin beyt-ül ankebût kadar bile olmadığını ispat ediyor. Kuşkonmaz bir imana böyle bir davayı yüklersen varılacak nokta da budur. Allah iktidar olmayı değil muktedir olmayı ehl-i imâna nasip etsin. Zira iktidar olmak her zaman muktedir olmayı da getirmiyor. Başkadı olmayı kabul etmeyip zindanlarda yatmaya razı olan Ebû Hanife, bugünün müslümanı için lüks bir düşünceye sahiptir. Türbelere çaput bağlayan insanla, siyasete dinini bina eden adam arasında organik bir bağ vardır.
"Yalancı peygamberi meyvesinden tanıyabilirsin" diyor Beytlehemli İsa (as). Yalan ile doğrunun, kizb ile sıdkın arasında mesafe kalmamışsa ne yapalım ey nebi! Hayatın manasını karartan bir dünya üstümüze Dokuzuncu Senfoni[ii]'nin hüznünü boca ediyor. Hayatımızı tûl-i emele[iii] bina etmekle mevhûm bir geleceğin ağırlığını da yükleniyoruz. Bindiği gemiye sırtındakileri bırakmayan adamın tevekkülsüzlüğü. Mekânın her tarafından bir fâide çıkarmaya çabalayan emperyalist bir çağda, çulla örtünüp kül içinde tövbe etmek ne kadar zor. Danyal Peygamber'den beridir her elçinin dilinden düşürmediği Yıkıcı ve İğrenç Şey[iv] insanlığımızı kemiriyor.
Çağımıza teknoloji asrı deyişimiz, enâniyetimizi göz önünden kaçırma çabasından başka bir şey değil. İnançtan soyutlamaya çabaladığımız ilmin kaderi rüzgâra kokularını emanet etmek. Adem şarkı söyler mi, kardeşim? Felsefenin uzattığı her bir meyve çekirdeğinde yokluk karanlıkları uyutan birer meta-ul ğurur.[v]. Hep taklitçiyiz; ideolojiler DİN’in hümanist daireye sokuşturulma çabaları. Her şeyi kendi tekeline almaya çabalayan insan, semadan indirilene de aç bir iştahıyla saldırmakta. Kur'ân paslanmaz bîhemtâ bir kılıçla, i’câz[vi]ıyla bu harami mefkûrelerin önüne dikilen cengâver.
Atmosferin davranışlarıyla sosyolojinin kavramları arasında sıkı bir ilişki kuran Bilgi Toplumu'nun insanı doğaya katmak için yola çıkarken, daha yolun başında onu kaybedeceğini nasıl bilebilirdik? Bir yönden zenginliği artarken öte taraftan fakirliği derinleşen, otomobilim olsun diye mekânını, zamanını ve kır çiçeklerini yani takdis edilmiş bolluğu terk eden bir zihniyet Affluent Society'yi, lüküs hayat şarkıları mırıldanan Bolluk Toplumu'nu[vii] uzatıverdi. Şenlikli bir savurganlığı öğüt alaraktan yaşamaya başladık. Hayatta oluşumuzu tüketerek ispat ediyoruz. W.Shaeksper'in dediği gibi insan olmak için bize fazladan ama lüzumsuz bir şeyin gerektiğini zannediyoruz. Machiavelli'nin faydacılıkından yakınırken yüceltilen bir savurganlığa alışıyoruz. Evlerimizi bir meta panayırına dönüştüren televizyon sayesinde savaşmadan mücâhit, çalışmadan pekâlâ kahraman olabiliyoruz. Fantasmanın saltanatı sokaklarımızı istilâ ediyor. Hayatla barışık olduğumuzu, ona katıştığımızı zannediyoruz. Bu lânet olası şey gerçeği getirmekten çok gerçeklik hissini aşılıyor. İnsanı yaratıcıyla cenge çağıran Judaizm'in prensipleri beyaz camın soğuk yüzünde zihinlerimize kazınıyor.
Bilginlerimiz, gölgelere âb-ı hayat pompalamaya kalkışan acemisyenler. Gölgelere, yani Hayy-ı Kayyûm olan Rahmanın Kelimeleri’ne. Muasırlarımız Ortaçağın obskürantizmine piramitler ören rakkam entelijansiyası. Formüller, avâmın akl-ı bâkirânelerini kirleten El-Hannâs ayetleri. İdeolojilerin birer birer eriyişi; İbn-i Mukaffâ'nın kırılan kemikleri. Kırılan kemikler insanlığın ümitleri.
Bir vampir edasıyla beşerî namusumuza saldıran biyolojinin genetiğimize vurduğu her bir neşter; kâinatımızı anlamlandıran tefekkür dehlizlerimize kan pıhtıları tıkamakta. Kanlarımızı kim temizleyecek, "That is the question"? Kâinata, bilinmeyen bir zamandan beridir dört dönen bir toz birikintisi nazarıyla bakacak, onu bir nebülöz sağanağı olarak tanımlayacaksak; ontolojik huzurumuz, bir psiko olarak anlamımız, bir sosyo olarak seyr-i sülûk-u müstakbelemiz ne olacak; biz kimiz?
Önce alkışlayan sonra idam eden acımasız bir hayat bu. Adliye koridorlarında kocasından ayrılmış kadınları ağlatan bir zaman. Hafifmeşrep; oyun ve eğlence düşkünü. İdris'in soluğu pek marjinal; Afrodit'in öpücüğü bir semm-i kâtil. İman ile küfrün muvazenesi. Teknoloji bir kâdir-i mutlak övgüsüne mazhar; iman bir ürperti bile değil, elimizi yakan kor. Hayatımızı bir endüstri panayırına çevirdiler; Playmaker'lar, İmagemaker'lar, Brooker'lar, Technical Manager'lar, Production Designer'lar. İnsanlık, edilgen çağını aşamadan ölüp gidecek bir sübyan.
Her vuzuh yeni bir anarşiye sebep; insanlar anladıkça hırçınlaşıyorlar. Politikacılar birer vaiz, hocalarımız birer finansör. Nazım Hikmet bir proleter, Necip Fazıl bir parya. Dışlanmış iki insanın dramatik durumu. Kendi başkentinde Dışkapı'dan[viii] içeriye alınmayan bir millet; kendi vatanında bir deplasman psikolojisi.
Bu kadar ümitsiz olmak için yeter sebebimiz var mı, emin değiliz. Evet, hâlâ Ayasofya'nın müze oluşu içimize burkuntu verebiliyor. Bizim de TV kanallarımız, radyolarımız var. Gazetelerimizin tirajları yükseliyor. Finans şirketlerimiz, bankalarımız, belediyelerimiz bulunmakta. Sahur vaktinde, gecenin o mehtaplı yarısında Sabahattin Zaim Beyefendi'den nostaljiye değen bir sohbet dinleyebiliyoruz. Ehl-i dünyaya hoşgörüyle (!) bakabilecek kadar sivilize olduk. Girişinde umumhane çıkışında birahane bulunan şehirlere alıştık. İyi bir uzlaşma içinde yaşamaktayız: Herkes en demokrat herkes en haklı. Ne de olsa Demokrasi artık bir kâfir rejimi değil. Sevilmek için sevimli görünmek lazım; demoskratos böyle diyor. Hakkâri şehit kaynarken Beyoğlu'nda travestiler geziyor.
Kesif, boğucu, sihirli bir dünya. Kalb atışlarımızı ayarlayan Makyavelizm'in mırmırları. Hesâbî düşünen çocuklarımız babalarını onlar için yumurtlayan bir tavuğa benzetiyorlar. Evlerimiz birer tedhiş kampı, sohbetlerimiz birer propaganda. Isparta Kahramanları birer Ankâ Kuşu. içimizde yaşamamışlar sanki. "Mekânın saâdeti içindekilerin saâdetiyledir" diyor Simyacı. Kız kardeşlerimizin ve çöpler altında kalan insanların trajedisini pazarlayan bir hayat bu. Çirkinliği bir “reality show” olarak sunuyor. Büyülü anlatıların ve destansı adamların çağında değiliz artık. Çocukluğumuzu çoktan geçtik ve iktidâra gerçekleri haykırabileceğimiz bir yaşa geldik. Çingenelerin tükendiği bir medeniyet. Bedevîliğe ayıracak toprağımız da yok. Tevratvârî bir suçlama ve İncilvârî bir kutsamayla çevrili etrafımız: İlki "sen bir itsin!", ikincisi "tanrısın!" diyor. Anarşizme öykünen bir hayat. Annemizin çeyiz sandığı bir yâd-ı cemil. Tufan'dan sonra değişmeyen tek şey değişim. Okun yaydan fırlayışından daha hızlı kaybediyoruz değerlerimizi. İnanca dönüştürülen bir imanın sahibiyiz; öğrendikçe cehaletimizin azgınlaşması bundan. Uzmanlaştıkça mucizelerden uzaklaşıyoruz. Hâsılı hâlâ yaşantımızın hikmet-i mucibini bilmiyoruz.
[i] Siyasî hayatta meydana gelen karmaşalar.
[ii] Beethoven 9.Senfoni'si ik defa 1824 yılında Viyana'da Karntnerthor-Theather'da seslendirildi. Senfoni Kral Friedrich Wilhelm'e ithaf edilmiştir. İnsan sesinin kullanıldığı ilk senfonidir. Süresinden dolayı uzun süren senfoniler arasında yer alır.
[iii] Tûl-i emel: Hırs, açgözlülük, tama; bitmez tükenmez hırs ve arzu anlamında bir kavram. Tasavvufta, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bir şekilde bağlanmasıdır. Bunun zıddı olan "kasr-i emel" ise kanaat ve tok gözlülük olup, insanın hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalışmasıdır.
[iv] İncil'de Deccâl için kullanılan bir tâbir
[v] Gurur metâı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaati, İnsanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.
[vi] Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
[vii] The Affluent Society (Bolluk Toplumu) adlı yapıtın yazarı Prof. Dr. John Kenneth Galbraith için esas soru şudur: "İnsana ve doğaya zarar verdikten sonra, üretimin artması anlam taşır mı?"
[viii] Ankara'da bir mahalle adı. Rivâvet odur ki Cumhuriyet'in ilk zamanlarında, yabancı diplomatlar köylü vatandaşların hallerini görmesinler diye, köylülerin Dışkapı'dan içeri girmeleri yasaklanmıştır.