"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki onu öldüreceğim!"
"Ben Allah'a söz verdim, valiahi onun murdar canını ben alacağım."
Medine hurma bahçelerindeki akşam gezintilerimden birinde duymuştum bu sözleri. İki adaş, Muaz b. Amr ile Muaz b. Afra, iki yıl evvel, birbirleriyle "Kim daha kahraman?" oyunu oynuyorlardı. İkisinin de yaşı o vakitler on beş idi. Aynı mahallenin çocukları olarak birlikte büyümüş, birlikte taya binmiş, hurma ağaçlarına birlikte tırmanmış ve nihayet on beşine geldiklerinde gülüme birlikte biat ederek Müslüman olmuşlardı.
Ebu Eyyub'un evine misafir geldiği günlerde... Ramazan ayının on yedisindeydik. Cuma. Savaşın kızıştığı, mızrakların bedenler deldiği, gürzlerin kaburgalar kırdığı, halka halka cevşenlerin delik deşik olduğu zor saatlerde. Bedir kuyularının başında, can pazarının kızıştığı, ölümün durmadan saf değiştirerek bedenleri yere serdiği bir sırada... Her iki gencin de yolu, Abdurrahman b. Avf'ın yanına uğradı. Atların göğüs göğse hazırlandığı, mızrakların cepheden cepheye iniltiler kopardığı o dehşetli anda büyük sahabi, dostu Sa'd b. Ebi Vakkas ile yan yana, sadağındaki okları bitirmiş, savaş meydanından ok toplayanları bekliyordu. Delikanlı Muaz, Amroğlu Muaz, bir kucak dolusu oku önüne koyarken usulca sordu:
"Efendim! Ebu Cehil'i tanır mısınız?" "Elbette tanırım!"
"Bana gösterir misiniz?" "Neden?"
"Duydum ki alçak, Kutlu Nebi'ye sövüyormuş. Hayatım elinde olan Allah' a yemin ederim ki onu öldüreceğim yahut onun önünde öleceğim!"
Abdurrahman'dan çok onu duyan Sa'd şaşırmıştı. Medineli bu gencin, Mekke müşriklerinin elebaşlarından Ebu Cehil'e karşı beslediği nefret hissini din gayretine mi yormalı, yoksa peygamber sevgisine mi, kestiremedi. Bu çocuk, peygambere düşman olan birine düşman kesiliyordu. Ebu Cehil bu delikanlının babasına sövse ona bu kadar kızar, sırf babasına sövdü diye onu öldürmeye kalkar mıydı acaba? Araplar arasında bu tür küfürler her vakit ola gelmiş, hatta küfrü kafiyeli ve vezinli şiiriere bile dönüştürmüşlerdi ama peygambere sövmek; işte o başka bir şeydi. Ona sövmek Allah'a, Cebrail'e, onun getirdiği kitaba, dinine, inananlara, kısaca İslam'ın her türlü kutsalına sövmek sayılırdı. Ebu Cehil ona sövenlerin en başında geldiği için bu delikanlı onu öldürmek istiyor olmalıydı.
Sa'd ile Abdurrahman göz göze geldiler. Ne oluyordu bu delikanlılara? Vazifeleri ok toplamak iken Ebu Cehil'in peşi ne düşmek de nereden çıkmıştı? Ama şimdi bunu düşünme değil, ok atma zamanıydı. Kulaklannın dibinden vızlayarak geçen oklara hedef olmamak için.
"Ya Allah! ..Sa'd, müşriklerin en azılılanndan Hanzala b. Ebu Süfyan'ı atından yuvarladığı sırada Bedir'in uzak köşesinde kardeşi de bir fidan gibi yere düşüyordu. Umeyr idi o; Ömere iki İslam ordusunu teşkil eden üç yüz on üç kişinin en genç iki neferinden biri. Harise b. Süriika ile ikisi henüz on altısında olduklan için gülüm onların gelmesini istememişti. Lakin onlar ısrarla gönüllü oldular. Ölüme gönüllü, şehadete gö nüllü, cennete gönüllü. Sekseni Muhacir, geri kalanı Akabe'de gülümü korumaya söz veren Ensar'dan üç yüz on üç inanmış gönüllü. Ve şimdi Ömercik cennete gidiyordu. Anladım ki Al lah dilerse kulunu cennetine böyle de gönderiverirdi, bir lü tuf olarak. Arneller cennetin balıası değil, bahanesiydi. Han zala ile Umeyr'e baktım. İki kardeş ... İkisi de ölüyordu. Biri Allah'ın adaleti gereği cehennemine, diğeri Allah'ın lütfu gereği cennetine gitmek üzere. Daha birkaç gün evvel, Rama zan ayının başında böyle bir şey olacağını kimse ne biliyor, ne söylüyordu. O gün, Medine çarşısında bir tacir, Mekkeli müşriklerin bin deveyle yarım milyon dirhemlik yük taşıyan Kuzey Kervanı'nın Dımaşk'tan Mekke'ye dönmekte olduğunu söylemişti. Kervana Ebı1 Süfyan hükmediyordu. Tacirin de diğine göre böylesine yüklü bir kervan o zamana kadar hiç görülmemişti. Büyüklüğünün sebebi, iki yıl evvel şehirlerini terk eden Müslümanların geride bıraktıkları mallarını götü rüp Dımaşk'ta satmaktan kaynaklanıyordu. Muhacirlerin in tikam damarlarını kabartan da işte buydu. Kervanı vurarak mallarını geri almaktan söz etmeye başladılar. Gülümün kızı Rukayye'nin ölümcül hastalığıyla üzgün olduğu bir saatti; Muhacirlerden bir heyet huzuruna gelip durumu anlattılar. Müslümanların gözleri önünde mallannın yağmalanıp satıl ması gülüme de ağır geldi. Kızını damadı Osman'a emanet ederek "Kimin yanında hayvanı varsa hemen binsin ve bi zimle gelsin! "66 çağrısını yaptı. Ertesi gün, yakışıklı öğret men Mus' ab b. Umeyr'in taşıdığı sancağın arkasında inanan erkeklerin neredeyse tamamı yollara dökülmüştü.
Ne çare yokluk ve yoksulluk ellerini bağlıyordu. Medine'den gidiş lerini gören Yahudiler "Hıh,'' demişlerdi, "Müslümanlardan kurtulduk sayılır, çünkü nöbetieşe bindikleri iki at ve yetmiş deve hangisine yeter. Kervanı bulasıya kadar hepsi kınlır lar!" Beni duysalardı onlara avazım çıktığı kadar bağırırdım: "Be hey şaşkınlar! Bu gördüklerinizin gönüllerinde zen ginlik, imanlarında heyecan ve onları malıcup etmeyecek bir Allah'ları var."
Kervanların yolu belliydi. Su ihtiyacını gidermek üze re Bedir kuyuları yakınından geçerlerdi. Yol meşakkatliydi ama aşılması imkansız değildi. Rahmet yağmurlarının bo şandığı saatlerde kuyulara vardılar. Gelgelelim Ebu Süfyan, Medine'deki hareketlilikten haberdar olmuştu. İki şey yaptı; kervanın yolunu değiştirdi ve Mekke'ye haberci gönderdi. Haberi alınca Mekke ayaklandı. Herkes kervandaki malının derdine düşmüştü. Üstelik şu bir avuç Müslüman kendile rini ne zannediyorlardı da koca Kureyş kervanına kast ede ceklerdi? Artık hadlerini bildirmenin zamanı gelmişti. Ebu Cehil ve diğerleri bu kozu çok iyi kullandılar ve kervanda malı olan herkesi kışkırımaya başladılar. Müslümanların
kervana saldırmak üzere hazırlandığını, eğer dur denilmezse bundan böyle Kuzey Kervanı'na veda etmek gerekeceğini, üstelik artık şu İslam tehlikesinin kökünü kazımak gerektiğini anlatıp durdular. Toplanan dokuz yüz elli kişilik orduda tüm hazırlıklar tamamlandığı sırada Ebu Süfyan'dan ikinci bir haber aldılar. Tehlikenin atlatıldığını, kervanın yol değişti rip salimen Mekke'ye yaklaştığını bildiriyordu. Ebu C ehil ve diğerleri bu habere rağmen Müslümaniann üzerine yürüme kararını pompaladılar. Kervan tehlikeyi atiatmış olsa bile sayıları az iken şu Müslümanların üzerlerine yürümenin ke sin çözüm olacağını söylediler.
Nihayet üç yüz küsur kişiden oluşan Müslümanlar bir kervana saldırmak üzere basit bir hazırlık yapınışiardı ve bin kişilik orduyla savaşmaya daya namazlardı. Bu fırsat kaçınlamazdı. Ve zafer naralan atarak atıarını m ahmuzladılar.
Kervanın gittiği ve müşriklerin bir ordu halinde gelmekte olduklan haberi gülüme ulaştığında aslıahım topladı. Her kes çok tedirgin idi. Bazılan kervan için yola çıkıp orduyla karşı karşıya kalmanın karamsarlığına mağlup olmuşlardı bile. Göz göre ölüme sürükleneceklerini zannettiler. Sayı ve teçhizatça kendilerinden kat kat üstün bir ordudan söz edili yordu. Gülüm, ashabının düşüncelerini söylemelerini istedi. Önce Muhacirlerden Mikdat b. Esved söz aldı:
"Ey Allah'ın elçisi! Biz sana, İsrailoğulları'nın Musa pey gambere 'Artık sen ve Rabbin beraber gidin ve savaşın, biz burada oturacağız' dedikleri gibi demeyiz. Biz sana ancak, 'Düşmanın üzerine yürü, biz de seninle beraberiz!' deriz."
Gülümün mutlu olduğu nadir anlardan biriydi. Mikdat çok iyi bir hamle yapmıştı. Gülümün gözleri Ensıir'a çevrildi. Onlar Akabe'de kendisini şehirlerine davet ederken Medine içinde onu korumaya söz vermişlerdi, ama şimdi Medine dı şında aynı şekilde mi davranacaklardı? O anda herkes Ensar adına konuşacak kişinin sözlerini merak etmedeydi. Sa'd b. Muaz konuştu:
"Bizi mi soruyorsun ey Allah'ın elçisi? Nefsim kudret elin de olan Allah' a yemin ederim ki sen bize atlarımızı denize daldırmamızı emredersen daldınrız. Merak buyurma, içi mizden hiç kimse geri kalmayacaktır."
Ağızlar oruçlu, bedenler güçsüzdü. Ama bu sözler, herke se bir şevk ve heyecan verdi. Hubab b. Münzir'in teklifiyle iftardan sonra büyükçe bir kuyu kazılıp savaş müddetince yetecek kadar su dolduruldu. Sonra civardaki diğer kuyular kapatıldı. Böylece müşrik ordusu suya erişemeyecekti.
Öyle de oldu. Bedir'e ulaşan müşrik ordusu büyük bir sukut-i hayale uğradı. Mücadelenin nirengi noktasını Müs lümanlara kaptırdıklanna hayıflandılar. Artık bu işi bir an evvel bitirip dönmekten başka çareleri yoktu. Bu da her hu susta acele davranmalarını gerektirecekti.
Karşı cephede gülüm dualar ediyor, "Allah 'ım! Senden ahdini ve vaadini yerine getirmeni istiyorum. Allah'ım! Eğer sana inananıann helakini diliyorsan, o zaman bu günden sonra sana ibadet edilmeyecek!" diye yakarıyor, Allah da ilahi yardımını vaat ederek, "Hani Rabbinizden im dat istiyordunuz. O da, 'Ben size birbiri ardınca gelecek bin melekle yardım göndereceğim!' diye cevap vermişti." Buyuruyordu.
Sayıca çok olduklan için Müslümanlan hafife alan müş rikler, sayıca çokluğun iman karşısında işe yaramayacağını göreceklerdi. Kureyş birlikleri kuyunun önünde dizilen mü minlerin tam karşısında saf saf durdular. Ellerindeki mız raklan havaya kaldırarak naralar atıyor, gökleri sesleriyle doldurup gülümü ve arkadaşlarını korkutmak istiyorlardı.
Müşriklerin başkumandam Utbe b. Rebia, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid'i yanına alıp ileri çıkarak savaşı başlattı ve ge leneğe uygun olarak Müslümanlardan er diledi. O sırada En sar'dan üç genç, Avf, Muavviz ve Abdullah b. Revaha meydana atıldılar. Gülüm onların ileri çıkmasından hoşnut olmamış tı. Ensar'dan değil, Muhacirlerden üçünün orada çarpışması daha uygun düşer, böylece Ensar ile Muhacir arasında hem adalet, hem kardeşlik pekişirdi. Üç yiğide itirazı onun yerine Utbe yaptı:
"Sizler kimlersiniz?" "Ensar'danız !"
"Bizim sizinle bir işimiz yok. Üstelik sizler dengirniz de değilsiniz. Çekilin geri. Ve ey Muhammed! Beni duyuyorsun; biliyorum. Kavmimize ayrılığı sen soktun, şimdi karşımıza o ayrılıkçılardan, Muttaliboğulları'ndan amcaoğullarımızı çıkar."
Gülüm Ensar gençlerine teşekkür ve haklarında dua et tikten sonra gürledi:
"Kalk ey Harisoğlu Ubeyde, kalk ey Hamza, kalk ey Ali!" Meydandaki üçlü mücadele bir saate yakın sürdü. Yaş sırasına göre eşleşmişler, Utbe'yle Ubeyde, Şeybe'yle Hamza, Velid'le de Ali çarpışıyordu. Her bir hamle, her bir kılıç ça kıntısı ya bir övgü veya hiciv mısraıyla yahut gökleri dol duran yalellerle karşılık buluyor, sırayla ordular coşup ka barıyordu. Tezahüratta çok olanın sesi, az olanı ezmişti. Bu durum Müslümanlar arasında endişelere yol açınca gülüm eline bir avuç kum alıp müşriklere yöneldi:
"Kara olsun yüzleri! .. Allah'ım, kalplerine korku doldur, ayaklannı titret! "
O sırada beni konduğum taşın üzerinden söküp atıveren bir rüzgar esti. Neye uğradığıını anlayamadım. Debelenip doğrulduğumda gülümün saflarına katılmış beyaz sarık lı süvariler gördüm.
BEYAZ SARIKLI SÜVRİLER
Sayıları neredeyse şirk ordusu kadar dı. Onların melek olduğunu anladım ve benim gördüğümü Kureyş müşrikleri görüyor mu diye merak ettim. Hepsi esen şiddetli rüzgarı hissetmiş, gözlerine dolan kumları siliyor, ağızlarına girenleri tükürüyorlardı. Anladım ki görmüyor lardı. Görseler dehşete düşer, bayılırlardı. Müslümanların da görmediği belliydi.
İki kardeşle bir oğlun, yani Ubeyde, Şeybe ve Velid'in mur dar cesetleri Ubeyde, Hamza ve Ali tarafından yere serilince cepheler birbirine doğru koşup şiddetle göğüs göğse geldi ler. Tam o andaydı, ikinci bir rüzgarla savrulup yakındaki bir taşa çarptım. Kendimi taparlamaya fırsat kalmadan üçüncü bir dalga geldi. Silkinip kalktığımda sayıca iki kat daha fazla meleğin her yanı kapladığını gördüm.70 Mücahitler vurduk ça düşmanı onlar yere seriyor, arkalanndan gelen s aldırılan onlar tökezletiyorlardı. Düşman safında ikide bir savrulan kılıçlar yere düşüyor, kalkan bir kala kramp giriveriyordu. Müşrikler onlan görmediği için olup biteni kendi becerik sizliklerille yoruyor, meleklerle savaştıklannı bilmiyorlardı. Hemen yanı başlannda, bazen sağlannda, bazen arkaların da, bazı bazı da önlerinde veya sollannda, su dolu leğenlerin içine düşen ufak ve sert taşlann çıkardığı sesler gibi sesler duyuveriyor, belinliyor, ürküyorlardı. Gülüm, savaş meyda nına hakim bir tepecikte cihadı yönetiyor, mücahitler "Ehad! Ehad! .. " diye atılıyorlardı. Müşriklerin gözleri Müslümanları sayıca daha çok görmeye başladıkları sırada melekler bana artık görünmez oldular. Meydanda olduklannı biliyordum ama göremiyordum.
BÜLBÜL BÜTÜN ZAMANLARI KUŞATAN BİR ANLATICI
Dostum İbrahim'den bu yana şiddetli savaşlar görmüş tüm, ama böylesine bir ölüm kalım mücadelesine şahit ol mamıştım. Her iki ordu da son kalelerini savunuyor gibiydi. tkindiye kadar kesilen uzuvlar, parçalanan bedenler, yere serilen vücutlar, kişneyen atlar ve böğüren develer gördüm. Mücahitlerin, piyadeler arasında süvariler gibi savaştığı nı hayranlıkla seyrettim. Gülümün bulunduğu yerin hemen önlerinde gözüm Abdurrahman'a takıldı. Namazın selamını vermiş, elini yayma atmıştı ki müşriklerin arasında telaşla bir o yana, bir bu yana koşturan Ebu Cehil'i gördü. O mu diye dikkatle baktı. Çünkü Ebu Cehil kendisine b enzeyen iki kölesini kendisi gibi kuşandınp meydana salmıştı. Abdurralıman emin oldu. Evet, başını s allayışına ve öfkelenişine kadar ta kendisiydi. "Beni anam bu günler için doğurdu" di yerek etrafına talimatlar veriyor, harbi kızıştıran recezler okuyordu. Abdurrahman, sabah onu soran iki çocuğu hatır ladı. Ç evresine bakındı. İşte ikisi de orada, can pazanndan ok toplamış Sa'd'a doğru geliyorlardı. Haykırdı:
"Muaaazz!"
İkisi birden koşarak geldiler. Müjdeli bir haber almış gi biydiler. Biri diğerini geçmek için yanşıyordu sanki.
"İşte sorduğunuz adam: Ebu Cehil!"
Savaş meydanında meleklerin kanat sesleriyle terleyen atların nal sesleri, kılıçların çakçaklanyla tükenen nefesle rin lımltılan birbirine ginniş, Bedir kuyulannın çevresine ölüm olup yağmaya başlamıştı. Abdurrahman'ın pannağıyla işaret ettiği sırada benim için bütün sesler kesildi. Yalnızca Sa'd'ın "Ya Allah!" diye fırlattığı ok ve o okun arkasından ko şan Muaz adlı iki mücahidin gittiği yön kaldı. Okun çıkardığı fısıltıyla Muazlann nefeslerinden başka her şey susmuştu. Kendi kanat sesimi bile duymuyordum. Ellerinde kılıç, etek lerini bellerine toplamış, çarpışan, can alıp can veren kala balıkların arasından birbiriyle yarışırcasına uçuyorlardı.
Ebu Cehil kendisine yaklaşmakta olan iki kılıcın farkında bile değildi. Muazlann sanki kanatlanan, kanatlanarak me leklere kanşan bedenleri, kana bulanmış yüzler, enselerini yalayıp geçen kılıçlar, göz kapaklarını sıyıran aklar yahut ar kalarından yetişmeye çalışan mızrakların arasından, sanki manevi bir koruma altında koşuyor, koşuyor, koşuyordu. O anda benim için duran zaman, onlar için de dutmuş olsaydı, dünyanın geri kalan çağları yalnızca bir aşkın heyecanı için de yaşanacak, hayat yalnızca peygamber aşkıyla anlam ka zanacaktı. Gülümü bu iki delikanlı kadar sevip sevemediğimi sorguladığım andı o. İki rakip daha edindiğimi anladım. Sevmek bir şey demekti ama sevgiliye küfredene tahammül süzlük çok şey demekti. Muaz b. Afra ile Muaz b. Amr, bugün o çok olanın peşindeydiler. Sevilenin adını korumak, ona leke sürmemek bir şeydi, ama sevgilinin adına leke sürdürme rnek, gerçekten o çok şeydi. Kıskandım... Çok kıskandım...
Sa'd'ın okuyla birlikte Muazlar da aynı hedefe uçarken mesafeyi uzamış, zamanı kısalmış gibi hissettiler. Önlerine bedenler, gürzler ve kalkanlar çıkınca da iki Muaz tek beden oluverdi. Artık biri diğerinin sağ kolu, diğeri bunun öteki eliydi. İkisi birbirini taşıyor, aynı şeyleri duyuyor, hissedi yor, görüyorlardı. Hayır hayır, görüyordu. Muaz artık tek ki şiydi, tek başına bir ordu. Hemen yanı başında Ali müşrikle rin başlarını vurup vurup düşürmedeydi, onu geçti. Hamza, yan tarafta kılıç sallıyor, her zaferinden sonra "Bu da ben den olsun!" diye iki elini göklere kaldınp şükrediyordu. Geç ti. Ömer şurada kalkan kalkana vuruşuyordu. Geçti. Yolların önünde açılıp gittiğini hissediyordu. Ta ki azılı bir haydut gibi karşısına dikilen zırhlı kafire kadar. As b. Hişam'dı bu. Ebıi C ehil'in kardeşi. Gidişin ağabeyine olduğunu anlamış, önüne set çekiyor, iki elinde iki kılıç, tam da göğüs bizasın da h amleyi karşılamaya çalışıyordu. Muaz içinin titrediğini hissetti. Ebıi C ehil'e ulaşamadan bu adama yenilmek istemi yordu. Bu süratle ona çarpması, ölümü getirecekti, belliydi. Ama çarpışmanın sonunda o mu ayakta kalacaktı, kendisi mi bilemedi. Koştu, koştu, on adım kala ikiz ağızdan bir "Ehad!" feryadıyla iki kılıcını uzatıp hamle yaptı. Havada uçuyordu artık. Düşmanının üzerine düşmek ve onu düşürmek geçi yordu içinden. As'a baktım; kılıçlarını havaya doğru tutup karşılama manevrası yapıyordu. Muaz sıçramıştı bir kere. Havada yön değiştiremezdi. Dostum İbrahim'i hatırladım. Onu kurtaramamıştım, ama kılıçların üzerine düşmek üzere olan Muaz'ı belki kurtarabilirdim. En azından ikisinden birini... Çırpındım, çırpındım... Ama heyhat!.. Artık yetişemez dim. Muaz iki baştan kılıçların üzerine düşecekti. Gözlerimi kapamak en iyisiydil.. Ama o da ne? Şu beyaz elbiseli müca hit de nereden çıkmıştı? Dikkatle baktım. Evet, meleklerden şerefli bir melek, görünmeyen elindeki görünmeyen kılıcını As b. Hişam'ın boynuna görünmeyecek şekilde öyle bir çal dı ki, melekleri görmeyen gözler, kellenin kendiliğinden yere yuvarlandığını görüverdiler. Dört kollu Muaz'ın önünde en gel kalmamıştı.
Ebu Cehil bu gelişi görünce "Hıh!" demişti, "Eceline susamış toy delikanlılari Hele gelin, tek hamlede biçeyim sizi!" Ama öyle olmadı. Muaz ona bir kılıç mesafesi kadar yaklaştığında hızla kendini yere atıp kayarak ayağı nı baldırının yarısından uçuruverdi. İkrime girdi devreye, Ebu Cehil'in oğlu. Muaz'ın omuzu üstünden bir hamle yapıp keskin kılıcıyla onun sağ kolunu kesti. İki ağızdan tek çığ lık duyuldu. Bir deri parçasıyla bedende sallanan kol Amr'ın oğluna aitti ama Afra'nın oğlu da bağırmıştı. İki ayrı beden olduklarını o anda fark ediverdiler. İkrime tepelerine dikil miş aldığı kolun, bunlar da ayağın hesabını yapıyorlardı. Afra'nın oğlu erken davrandı. Ebu Cehil'in sağ böğrüne kılı cını saplayıverdi. Evet, artık iflah etmezdi. İkrime babasına koşarken intikam yeminleri ederek ağlıyor; Muazlar ise ye minlerini yerine getirmenin sevinciyle gülüyorlardı. Geriye, derisinde sallanan bir kol kalmıştı. Kan oluk oluktu. Amr'ın oğlu son bir hamleyle eğildi ve kolunun üstüne basarak ko parıp attı. Afra'nın oğlu, kahramanlık oyunları oynadığı, gö nüllü olup sefere beraber çıktığı arkadaşım, can dostunu, kollannda taşıyacağını hiç ummamıştı. O bayılırken feryadı bütün savaş meydanını sarstı: "Muaaaaaaaaazzz!.. Haaayyiıııııırr!.."
Bu çığlık içimi yaktı. Yiğit iken ölen genç ekinler misali. .. Anladım ki Bedir, verilmiş on dört şehit ile yetmiş ölüden ibaret değildi. Alınmış yetmiş esir demek hiç değildi. Bedir bir zaferin, bir var oluşun adıydı. İslam adına "Ben de va nın!" diyen üç yüz on üç erin tarihe geçmesinin adıydı, Mu az'ın adıydı. Ve müstehakkını bulan Ebu Cehil'in. Çünkü onu son bir kez kontrole giden Abdullah b. Mesud, can çekişirken bulup da kendi kılıcıyla nefesine son verdiğinde gülüm secdeye kapanmış, "Allahu Ekber!" dedikten sonra ashabına dönüp "O, bu ümmetin Firavun'u idi" buyurmuştu.
Kaynak: Hz. Muhammed S.A.V. İçin Bülbülün Kırk Şarkısı