İslâmi literatürde iki çeşit kazâ vardır. Birincisine mübrem yani kesin olan kazâ veya değiştirilmeyecek olan kazâ denir. İkinci kazâ şekli ise muallak olan kazâdır. Bu ikinci kazâ şeklinde duânın tesiri olabiliyor.
Kazâ-i mübrem, Cenab-ı Allah'ın ezeli olan kaderidir. Bunun değişmesi mümkün değildir. Bu kazâ şekli Cenabı Allahın ilminin ihâtasını gösterdiği gibi O'nun hâkimiyeti mutlakasını da gösterir. Kazâ-i muallak ise meleklerin yanında yazılı bulunan kaderdir. Falan insan çalışırsa bu kadar rızık kendisine verilecektir, şeklindeki takdir muallaktır, şarta bağlıdır. Burada duâ tesir eder. Ancak Allah'ın ezeli ilminde olacak şekli zaten vardır. Dolayısıyla bu kazâ duâyı fiilî olan çalışma, ihlâslı duâ veya sadakalarla değişebilmektedir.
Kâf sûresindeki şu âyet mübrem olan kazâya işâret eder; مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ ''Benim katımda söz değiştirilmez.''[1]
İkinci olan kazâ türüne ise Râ'd sûresinde işâret edilir;
يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ لِكُلِّ اَجَلٍ كِتَابٌ ''Her ecelin (vadenin) bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfûz) O'nun yanındadır.''[2]
Ayrıca Peyamber efendimizin şu hadîsi şerifi bu kısım kazâya işâret eder. الدعاء ينفع مما نزل ومما لم ينزل ''Meydana gelmiş ve gelmemiş hâdiseler hakkında duâ tesir eder.'[3]
Risalei Nur'da bu mesele Çaprazzade Abdullah efendinin sormuş olduğu bir suâl üzerinden izâh edilmiştir:
'Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, "Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir."1 Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır.2 Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.
İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.
Evet, Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref' eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.'[4]
Birinci kazâ türü insana bireysel ve toplumsal yaşamda bir güvence verir. Yani insanın irâdesinin üstünde cereyan eden hâdiseler Allahın takdirinin dışına çıkamazlar. Dolayısıyla başa gelen her hâdise için kendine düşen görevi yaptıktan sonra duâ, tevekkül ve sabırla mukabele edince kendini emniyet içerisinde hissedebilir. Aksi taktirde her zaman yoğun stres ve depresyonlarla hayatını sürdürmek zorunda kalacaktır.
İkinci tür kazâ iki ayrı noktanın ehemmiyetine işâret eder;
1. Duâ'nın mü'min insanların bireysel ve toplumsal yaşamlarındaki önem ve tesiri,
2. İnsanlığın cüz'i ihtiyarını bireysel ve toplumsal hayatta selbeden, olumsuz mânâda etkileyen bir kader anlayışının İslâm itikâdında yerinin olmadığıdır.
Dolayısıyla insanlığın hayatını insanların aleyhine determine eden determinist bir kader anlayışı batıl bir inanıştır. Belki insanlığın ruhlar âleminde başlayan serüveninden berzah aleminindeki durağa kadar Cenabı Allah tarafından insanlığın lehine determine edilmiş bir takdir sözkonusudur. Onun için Kelâm alimleri 'Kainatta çirkinlik yoktur. Bize göre çirkin görünen şeyler de hüsn-ü bilğayr kategorisine girerler, yani dolayısıyla güzeldirler.' meâlinde bir tespit yapmışlardır.
Eski Yunan felsefesinin gölgesinde tarih analizi yapan marksist ideoloji/teoloji insanlık tarihinin akışını determinist ilkelerle izâh etmeye çalışmışlardır. Oysa özgürlük sloganını bozuk para gibi kullanan bu ideologlar/teologlar insanın manevî yapısını görmezden gelerek insanı maddî yapısında hapsedip, her hâdise karşısında titremeye mahkum etmişlerdir.
İşin garip tarafı tarih içerisinde komunist ve sosyalist anlayışla idare edilen ülkeler hep diktatörlüklerle idare edilmişlerdir.
Netice olarak İslâm itikâdında insanın devamlı sözlü ve fiili duâ yaparak kendi iradesini son noktasına kadar ortaya konması istenmektedir. Bu noktadan hareketle bütün müstebid idarelerin insanı 'ahsen-i takvim' suretinde, Allah (c.c.) yarattığı şekliyle kabul etmeyip bireylerin neredeyse bütün hareketlerini determinist bir anlayışla idare etmeye çalışmaları İslâmi anlayışıyla taban tabana zıttır.