Bir eseri tanıtmak onun vadisinde yapılmış olan teliflerin tarihini ve eserin iddiayı yansıtmadaki başarılarını tahkiken bilmeye dayanır. Medrese tahsili almış, bir de cumhuriyetin kurulmasından sonra açılan lise ve üniversitelerde okumuş, akabinde ilmi çalışmalar yapmış insanlar vardır. Yani bir eserin hitap edeceği iki kesimdir bunlar.
Bediüzzaman eserinde kimi muhatap almıştır, kimlere hitap etmiştir? Bu eserde yer yer bir muhatabın varlığından, dolaylı ironik bahseder. Bu tür eserlerin başlarında bir muhatap belirlenir, gördüğü kadarı ile böyle bir muhatap yok, belki var da ben görmüyorum. Çok defa okuduğum bu eseri, geçen gün bir gün içinde okuyacağım diye kendime söz verdim, ahdettim ve okudum. Çünkü parça parça kısım kısım kısım okunan bir kitapta her okunan kısım okunduğu sırada algılanır ama daha sonra diğer bölümler ile bağlantı kurmak bahsin sıcaklığını kaybettirir. Kitaplar da yemekler gibidir, bir oturuşta okunması ve akabinde izlenimlerin belirlenmesi gerekir. Genelde nur talebeleri kısım kısım veya parça parça okuduklarından toplu bir izlenim verecek mütalaalar yapmazlar belki de yapamazlar diyebiliriz ihtiyat kaydı ile.
“Mucizat-ı Kuran’iye’de tek bir muhatap vardır” demek yetmez. Çünkü bahisler kıymet itibariyle farklılık gösterdiğinden kıymeti itibariyesi itibariyle bazı kısımlar, herkes tarafından veya bazı muhataplar tarafından anlaşılır ama öyle bahisler var ki onların ülkede, İslam dünyasında muhatapları olacak insanlar veya alimler olduğunu söylemek zor olur.
Bir matematik profesörü bir ilkokul çocuğuna matematik anlatırken kafasındaki bilginin neresini anlatacağını iyi bilir, bilgi haritasını oldukça sınırlar ve birşeyler söyler. Mucizat-ı Kur’an’iye’de Bediüzzaman bir taksimat yapmıştır. Bilgilerini bölmüş, bölümlere ayırmış, birbiri ile bağlantılı hale getirmiştir. Ancak kafasındaki Kur’an bilgisi okyanusunun ne kadarını muhataplarına anlatacağı konusunda zaman zaman geri çekilmeler görülür. Muhatabın algı düzeyinin üstünde şeyler söylerken geri durur. Kur’an’daki mukattaatı huruf yani sadece harf olan sure başlangıçları konusunda şöyle der: “Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız.” (374) İki yönlü bir cümledir. Kendini yeterli görmemek veya gösterememek farklı bir cümle. Belki de anlatmak muhataplarının seviyesine indirgenemediğinden böyle bir cümle kullanmıştır.
Ama neler söylendiğini de bilir, tarihsel bir özet yapar. “İlm-i esrar-ı huruf ülemasıyla (harflerin sırlarını bilen) evliyanın muhakkikleri (araştıranları) şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mucizedir.” (374)
Harflerin sırlarını bilen alimlerin eserlerinde dolaşmış. Çok esrar çıkarmışlar, onları yani sırları da biliyor. Onlar hakkında konuşur: “Öyle hakaik bulmuşlar ki…“ Bulunan hakikatleri biliyor, öyle ile hayretini ifade ediyor. Cümleden onun nerede olduğu ile bizim nerede olduğumuz, hakkımızın ne olduğu açıkça belli. Kafasındaki okyanusun kıyısında bir şahsı oturtmuş, “orta otur gördüğün ile iktifa et” diyor. Allah razı olsun bizim nesli düşünmüş, bizi mukaddes kitabımızı az da olsa anlayan sınıfına sokmuş. Bizim gibi top koşturup, horoz şekeri yiyen bir nesli nerelere taşımış, ne diyeyim. Ne büyük öğretmen, muallim değil mi? Sistemin Osmanlıdan beri Kur’an kültürü vermediğini görmüş.
Bazen de açmayacağız der: “Kulillahümme malikel mülki tutilmülkemen teşau ve tenziülmülke mimmen teşau” ilaahir… Öyle bir üslub-ı alide beni beşerdeki şuunat-ı ilahiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı ilahiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-ı Rabbaniyeyi ve yer yüzünde hayat memat haşir ve neşr-i dünyeviyedeki İcraat-ı Rabbaniyeyi öyle bir ulvi üslub ile beyan eder ki ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvi ve geniş üslubu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız.“ (375)
Birinde açamayız diyor, birinde açmayacağız diyor. İki fiil başka anlamlara geliyor, ama muhatabın durumu gereği yazarın aldığı bir sınırlama tutumudur.
“Lafzındaki fesahat-ı harikasıdır” bahsinde de yine bahsi sınırlama gereği duyar. “Kur’an-ı Hakim’in ayetlerinde, kelamlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider.“ (379) Sadece bir örnek verir. Sadece harflerdeki fesahata örnek verir, bir tane. Bunun dışında kelime, cümle ve manalardaki esrarlı intizam konusunda bir şey söylemez. Demek onun zihnindeki bahsin genişliği ile yansıtmak istediği arasındaki konunun gereği olarak sınırlama vardır. “Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında öyle esrarlı bir intizam öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki göz görse Maşaallah, akıl anlasa Barekallah diyecek.” (380)
Bahisleri, muhatabları ve konuların gereği olarak sınırladığı yerlerden başka konuyu açtığı yerlerde de anlatılan konular uzmanlara, bu konularda az çok aşinalığı olanlara hitap eder.
Müslümanların dini hayatında Kur’an’ın bahisleri çok sınırlı temalara inhisar etmiştir. Camiler Kur’an’ın metinlerinin halka açıldığı ve konuşulduğu bir mekan olması gerekirken öyle değildir. Bediüzzaman Mucizat-ı Kur’an’iye isimli eseri ile büyük kitabı, kadim kitabı topluma, halka, ulemaya, uzmanlara, bahse hahişger olanlara açmıştır.
Bediüzzaman eserleriyle Müslümanların gündemine onların mukaddes kitabını alışılagelmişin dışında getirmiştir.
Bütün Risale-i Nur, Kur’an’-ı Azimüşşan’ın kırk yönden mucize olduğunu gösterir. Akif bizim hayatımızda mukaddes kitabımızın çok sınırlı bir uygulama alanı bulduğunu eleştirir, toplumsal dini tenkid örneği verir. O da Safahat isimli eserinde Kur’an tefsiri yapmış. Kitabımızı topluma şiir ile tefsir etmiştir. Eğitim sistemimiz onu traşlamış İstiklal Marşı, Çanakkale Şehitleri ve daha bir iki şiir ile sınırlamıştır. Burada Kur’an eğitiminde ne yapılsa topluma yansıtmayı engelleyen gizli güçlerin olduğunu gösterir.
Bütün eserleri batı felsefesi ve ateist ilminin tesirlerini yıkmaya çalışan asri bir dini eleştiri yapmak olan Bediüzzaman’ı son zamanlarda “sadece tenkid et itibarını sars” mantığı ile hareket eden zavallılar çok aşağı yerde durdukları halde çok yüksek bir hitap noktasında duruyormuş gibi toplumu zehirlemektedirler.
Menderes iktidarına kadar bütün dini eylemlerin yasaklandığı toplumda tarihte hiçbir yazara yapılmamış zulümler yapılmış Bediüzzaman’a ama o yolunla devam etmiştir. O gün din düşmanı yabancı komiteler yaparken bugün dinin içinde muhafazakar kesim içinde o günki harici komite uşaklarının yaptıklarını yapanlar vardır. Bu da tamamen toplumu istediği gibi yönlendiremeyen kıskanç zavallı yazarların “madem yönlendiremiyorum o halde küçümseyeyim, aşağılayayım” davranışlarıdır.
Cemil Meriç, Şerif Mardin gibi büyük dehalar o eserlere hayran olup konuşup, tanıtıp, yazdıkları, okudukları halde bu zarfının dahi onda birini dolduramayan adamların eleştirmesi manidar manasızlıklardandır.