Bediüzzaman her şeyde ayrıntıları gören bir göze sahip. Birçok eserinde ayrıntılarla bahsi şahaser hahine getirir. Ben burada Kur’an ile ilgili bu eserindeki bazı cümlelerini aldım, çok sade anlaşılır ve veciz ayrıntılardır.
Güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya, gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında dündürüp, ayat-ı Rububiyetinde duran bir Kadir-i Zülcelal’i gösterdiğinden.
Cenab-ı Hakk’ın koyun, keçi, inek, manda, deve gibi mahluklarını insanlara halis, safi, leziz bir süt çeşmesi, üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara latif, leziz, tatlı, birer nimet tablaları ve kazanları ve arı gibi küçük mucizat-ı kudretini, şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını...
Cenab-ı Hakk’ın insana karşı şu koca kainatı nasıl bir saray hükmünde halkedip semadan zemine ab-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semayı iki hizmetkar ettiği gibi zeminin sair aktarında bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifade imkanı vermek, hem insanlara semere-i saylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana müsahhar etmiştir. Yani denize, rüzgara, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki rüzgar bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasiyle bütün zemine münasebattar etmekle beraber ırmakları, büyük nehirleri, insanın fıtri birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneş ile ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Münim-i Hakiki‘nin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkar ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar yani hab-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maişetlerine ticaretgah hükmünde teshir etmiştir.
İnsana olan nimet-i ilahiye tadad ile bitmez, tükenmez. Evet insanın madem bir sofra-ı nimeti semavat ve arz ise o sofradaki nimetlerden bir kısmı Şems, Kamer, gece gündüz gibi şeyler ise elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesaba gelmez.
Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su semadan geliyor, o suda size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebatatıyla açılıp rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yedirmekten pekçok uzak olduğundan ayet gösteriyor ki onlar bir Hakim-i Rahim’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki nimetlerini onlara takmış, zihayatlara uzatıyor.
Mucizat-ı Rabubiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilatında yağmur yağdırmadaki tasarrufat-ı acibeyi beyan ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misüllü bir boru sesiyle toplandığı gibi emr-i ilahi ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip –kıyamette seyyar dağlar cesabet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından ab-ı hayatı bütün zihayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor, hacata göre geliyor, demek gönderiliyor. Cevv, berrak, safi hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaip gibi dağvari parçaları kendi kendine toplanmıyor, belki zihayatı tanıyan birisidir ki gönderiyor. İşte şu mesafe-i maneviyede Kadir, Alim, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Muğis, Muhyi gibi esmaların matlaları görünüyor.
Size böyle nimet eden bir Zat bizi başıboş bırakmaz ki kabre girip kalkmamak üzere yatasınız. Hem remzen der "ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istibad ediyorsunuz. Hem semavat ve arzı halkeden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz? Der haşirde sizi ihya edecek Zat öyle bir Zatt’tır ki bütün kainat O’na emirber nefer hükmündedir. Emri Kün feyekun‘a karşı kemal-i inkiyat ile serfuru eder. Bir baharı halketmek bir çiçek kadar O’na ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zat’tır.
Herşeyin dizgini elinde herşeyin anahtarı yanında gece ve gündüzü kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir bir Kadir-i Zülcelaldir. Kabirden sizi ihya edip haşre getirip huzur-u Kibriyasında hesabınızı görecektir.
Haşirde herkesin bütün amali bir sehife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat surenin işaret ettiği gibi haşr-i baharide başka noktalara naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zahirdir. Çünkü her meyvedar ağacın çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esma-i ilahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının amalini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i amalini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakimane, Hafızane, Müdebbirane, Mürebbiyane, Latifane bu işi yapan O‘dur.
"Semâvât ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvât ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor; ve öyle de hadsiz ni’metlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin, bütün ni’metlerin ve ni’metdîdelerin lisânlarıyla, o Fâtır-ı Rahmânına nihayetsiz hamd ve sitâyiş ederler" dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazât ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla, hayvanât ve tuyûr gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayerân etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kàdir olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zühale uçacak kanatları O veriyor.
Onlar haşri inkâr ettiklerinden, Kur’ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder, der: "Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir sûrette binâ etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tespit etmişiz, denizin istilâsından muhâfaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hubûbâtı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip, ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurûcunuz da böyledir. Kıyâmette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız."
İşte şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyâniye-ki binden birisine ancak işaret edebildik-nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimât nerede?
Şu risâlenin başında, şimdiye kadar tahkik nânıma bîtarafâne muhâkeme sûretinde, Kur’ân’ın i’câzını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kur’ân’ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi, mumlar sırasına getirip muvâzene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifâ edip, parlak bir sûrette i’câzını ispat etti. Şimdi ise, tahkik nâmına değil, hakikat nâmına, bir iki söz ile, Kur’ân’ın muvâzeneye gelmez hakiki makamına işaret edeceğiz:
Evet, sâir kelâmların Kur’ân’ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir.
Evet, herbiri birer hakikat-i sâbiteyi tasvir eden, gösteren Kur’ân’ın kelimâtı nerede; beşerin, fikri ve duygularının aynacıklarında, kelimâtıyla tersîm ettikleri mânâlar nerede?
Evet, envar-ı hidâyeti ilham eden ve şems ve kamerin Hàlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur’ân’ın melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede; beşerin, hevesâtını uyandırmak için, sehhâr nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede?
Evet, ısırıcı haşerât ve böceklerin mübârek melâike ve nurânî ruhânîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı Kur’ân’ın kelimâtına nisbeti odur.