Her canlı başlangıcı olan nutfe veya çekirdek veya tohumundaki plan ve program doğrultusunda, bir nizam ve mizan dairesinde hayat vazifesine sevk olunuyor.
Her zihayatın dış görünüşü, vücudu ve içyapısı, meyvesi veya vazifesini yapacağı zamanı ve geçireceği hastalıkları ve hayatının son bulmasına kadar ki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar yazılı olduğunu genetik ilmide doğruluyor.
Zerrat, bir kanunu tekemmül ile manevi kader kalemiyle yazılan zihayatın programı üzerine cevelan ettirilerek sevk olunuyor. Aksi halde kör zerreler imkân dairesindeki çoklu ortamdan adım atamazlar.
Bütün habbeli ve sebzeli bitkilere dikkat edelim. Buğday tanesi 4-5 aylık bir hayat ile toprağa atılır, filizlenir, habbesini verir, olgunlaşır ve sarararak hasat zamanı vefat eder. Çoğu sebzelerde çok kısa ömürleri olması yanında neticede meyvesini vererek terki hayat eder.
İnsanların temel gıda olarak çok tükettiği buğday ve sebzelere ihtiyaca binaen hikmetli bir şekilde bu kadar kısa bir vazife-i hayat ile bir ömür verildiği anlaşılıyor.
Hâlbuki ceviz, dut ve birçok meyve ağaçları 5-6 seneden önce meyvesini vermeyecek şekilde programlandırılmıştır. Hububat ve sebzelerde 5-6 sene içerisinde ancak meyve verebilecek bir program konulsaydı insan ve hayvanların hayatlarını sürdürmeleri mümkün olamayacaktı.
Şimdi şu hububatın ve sebzelerin gayet derecedeki hikmetli ömür ile vazife-i hayattan terhis edilerek yerine yenilerinin getirilmesi deniz gibi hikmeti göstermiyor mu?
Bütün hayvan ve böcekler ve kuşlar enva-ı ve denizler mahlûkatı ve İnsanları’nda ayrı ayrı hayata mazhariyetleri ve hayat safhalarında âlimane bir tedbir ve hikmetle sevk olunmaları ve vazife ve netice-i hayatlarını ifadan sonra nesillerini tevkil edecek, nutfelerini ve yavrularını intizamla bırakıp gitmeleri de deniz gibi bir hikmeti tazammun eden kâinat Sultanının takdiri ve tasarrufu ile olduğu anlaşılıyor.
Evet, bu hızlı hayata geliş ve süratle zeval ile ayrılık, mühim bir vazifenin ve hizmetin yanında hadsiz bir esmanın tazelenme isteğinden ileri geldiği anlaşılıyor.
Bu âlemde gerçek manada âdem ve fena yoktur. Zihayatlar neticeleri olan çekirdeklerine, tohumlarına nutfelerine hakimane bir şekilde yazılıp ikinci bir hayatla nesilleri devam ettirildiği, daire-i kudretten daire-i ilme gönderildikleri anlaşılıyor.
Demek zihayatlar birer ayinedir. Hayat ve mematları, daimi bir esmanın tecellilerine mazhariyetten ibarettir. Madem o esma bakidirler ve cilveleri devamlıdır. Elbette nakışlar tazelenecektir, yenilenecektir.
Meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların ölümü, toprağa düşerek dağılmak ve çürümekle neticelendiği görüldüğü halde o çürümenin gayet intizamlı, garip kimyevi bir muamele, ölçülü bir karışım ve hikmetli bir şekilde zerre ve atomların değişik hallere girmesiyle yeni bir vazifeye sevk edilmesidir ki yeni bir sümbülün ortaya çıkmasıyla ortaya çıkıyor.
Demek çekirdeğin, tohumun ölümü yeni bir bitkinin hayatının başlangıcını netice verdiğinden ve bu vefat yeni sümbülün hayatının şartı olduğundan, şu çekirdeğin, tohumun ölümü, yeni bitkinin hayatı ve hayat safhaları kadar mükemmel, program dâhilinde, mucizane bir sanat ve âlimane bir tedbir ve idaredir.
Demek ölüm rastgele bir sönüş ve tahrip, âdem ve zeval değil, bilakis hakikat noktasında zihayatların itibari taayyünlerinin değişmesi olduğu ve mahiyet ve hakikatlerinin değişmediğini planlanmış bir safha olduğu anlaşılıyor.
Yine gözümüzle görüyoruz ki; kıyamete örnek olan güz mevsiminde yüz binlerce bitki ve hayvan cinsleri vefatlar şeklinde terhis edilip vazifelerine son verilirken, büyük dirilişe örnek olan bahar mevsiminde birkaç hafta içerisinde mükemmel bir nizamla bütün o vefat eden canlıların hepsi yeniden, unutulmayarak, şaşırılmayarak karıştırılmayarak yeniden yaratılıp diriltiliyorlar.
Demek, vazife başına hayat ile gelmek ve vazifesinin sonunda terhis edilmek manası kalemi kader ile yazılan, bir Hâkim-i Zül celalin tasarruf atı olduğu anlaşılıyor.
Her vakit vefatlar ile ve yeni hayata gelenler ile kaynayan bu âlemde o derece hayrete düşüren bir denge ve muvazene, öyle bir nizam ve ölçü var ve ispat eder ki bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve her an nazarı teftişinde olan bir mutasarrıfı Hâkimin tedbir ve idaresindedir.
Ana karnındaki bir ceninin hayat safhasında bir kısım hücrelerin ölmeleriyle iç organların ve kemiklerin hakimane şekillerinin meydana geldiğini ve o hücre ölümlerinin de bir nizama tabi olduğunu rastgele körü körüne olmadığını görüyoruz.
Yine zihayatın midelerine ölüp defnolunan gıda maddelerinin vefatlarının yok olma olmayıp, zihayat vücuda inkılâplarında bir merhale olduğunu görüyoruz.
Demek zihayatın bu her cihetle hikmetli ve manidar ölüm fiili gösteriyor ki bir Fail-i Hâkim’in, takdiri ve tasarrufu ve emridir.
Nasıl ki; askeriyeye giriş ve terhis oluş, memuriyete intisap ve emeklilik ve sair kamu kurumlarına ve okullara kaydoluş ve ayrılışlar bir nizama tabidir.
Öylede; bu küre-i arz ordu ve ordugâhında, her zihayat bir Hayyı Bakinin emir ve iradesiyle vücut ve hayat bularak vazife başına geçer ve onun emir ve izniyle hayat merhalelerinde hikmetle bulunur ve yine hayatı veren ve bütün hayat mertebeleri elinde bulunan Baki-i Zül celalin emir ve tedbiriyle bu hayata veda edip vefat eder.
Eğer, hayat ve zeval böyle bir kanunu hikmete tabi olmasaydı ve netice ve meyvelerine programlanmaları olmasaydı ve başıboş olsalardı, zemin yüzünde muvazene-i eşya çok kısa zamanda bozulacak, milyonlar bitki ve hayvanatın enkazları ve leşleri deniz ve karaları öyle kirleteceklerdi ki dünya yaşanmaz hale gelecek ve yeryüzünde canlı diye bir şeyde kalmayacaktı.
Demek ölüm, mevt, Hayat gibi bir Kudret mucizesi sanatlı bir eserdir. Sani’in vücuduna en parlak bir delil, hayat olduğu gibi O’nun devam ve beka’sına’da ölüm hakikati delildir.
Zihayatın halk olunmasında ve hayat safhalarında ki hakimane tedbir ve idarelerinde kör tesadüfe yer olmadığı gibi hayatın vazifesinin manidar ve semeredar ve neslini devam ettirecek şekilde tedbirinin alınarak hikmetli bir şekilde son buldurularak terhis olmasında da zerre kadar müdahelesi söz konusu olamaz.