Müdellel; delile dayanan, isbatı delillerle sabit olan anlamına geliyor. Bir şahıs hakkında kullanıldığında kast edilen mana ise; delile dayanarak konuşan, söylediklerini delillerle isbat edendir.
Delil ve delillendirme, mantık ilminde çok tartışılan ve üzerinde çalışılan bir meseledir. İstisnaları olmakla beraber, insan kendi içinde varlığını kabul ettiği olgu ve olayları hep bir veya birden fazla delile dayandırır. ‘Bir delilden, bir emareden neş'et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok; kat'î ilme şek katmaz, yakîn-i hükmîyi sarsmaz’ ilm-i kelam ve ilm-i usulün de bir düsturu olmuştur. Mantıken, aklen ve fikren bir dayanağı olmayan manasız sözlere itibar edilmez. İlm-i usulde bu gibi manasız sözler ‘tahakkümî’ diye tabir edilir.
İnsanın bütün latife ve duygularına hitab eden Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri en açık delillerle isbat ederek akla da hitab eder. Cenab-ı Hak Kur’an’da müteaddid defalar ‘bakmaz mısınız, görmez misiniz, düşünmez misiniz, akletmez misiniz’ diyerek kâinatın mevcudât ve hâdisâtını kendi varlığının ve birliğinin, haşir ve ahiretin delilleri olarak zikretmiştir. Gönderilen Resuller her zaman delillerle ümmetlerine gönderilmişlerdir.
Kur’an-ı Hakîm Allah’ın varlık ve birliğinin, ahiretin ve bütün iman rükünlerinin delilleri ile doludur. Aynı şekilde kâinat kitabının ayetleri de kendilerini kudret kalemi ile yazan San’atkârın varlık ve birliğinin delilleridirler. Kainatın safahatı, Allah’ın varlığının ve birliğinin yanı sıra ahiretin geleceğinin de delilidir. Kelam sıfatından gelen Kur’an ile kudret sıfatından gelen kâinat aynı şeyi terennüm etmektedirler.
Ehl-i hakikat nazarında delilisiz olarak takliden îman etmek makbul sayılmamıştır. Böyle taklide dayanan bir imanın zâil olması pek kolaydır. Lâkin delillere dayanan tahkiki iman kolay kolay sarsılmaz. Yedinci Şua’da kâinattan Halıkını soran seyyah gibi kâinatın bütün mevcudatını Allah’ın varlık ve birliğinin delilleri olarak görmek, her an her şeyin O’nun Rububiyeti ile, ilim irade kudreti ile ademden vücuda çıktığını ve kâinattaki tek mutasarrıf Allah olduğunu delilleri ile bilerek iman etmek elbette sırf doğduğu muhitteki insanlar ehl-i iman oldukları için iman ettiğini söylemekten çok farklıdır. Kainatın şehadetine istinaden olan imanın kainat kadar kuvveti vardır.
Kur’an’ın mucizevi bir lem’ası olan Risale-i Nur, Kur’anın pek çok hususiyetine ayine olduğu gibi delillendirme (ityan, istidlal), delilsiz iddiada bulunmama cihetine de ayine olmuştur. İmanî meselelerde değil bir iki delil hadsiz deliller hatta hüccet ve bürhanlar göstermiştir. Bütün iman rükünlerini delilleri ile isbat etmiştir. Yirmi İkinci Söz, Haşir Risalesi, Tabiat Risalesi gibi risaleler pek çok delillerle iddialaraını isbat ederler. Risale-i Nur iman hakikatleri noktasında öyle sarsılmaz deliller göstermiştir ki muarızları şimdiye dek hiçbir davasının yanlışlığını isbat edememişlerdir.
Mantık ilminde büyük ve makbul zâtların sözlerini delilsiz olarak kabul etmek ‘kaziye-yi makbule’ olarak tâbir edilmiştir. Kaziye-yi makbule, yakîn ve kesinlik ifade etmez. Risale-i Nur’un yolu ise sarsılmaz hüccetlerle, cerh edilmez delillerle hakikatleri isbat etmektir. Kaziye-yi makbule değildir. (Emirdağ Lahikası)
Muhakemat’ın Sekizinci Mukaddemesinde mâzi yani geçmiş ‘mekteb-i hissiyat’ gelecek ise ‘mekteb-i efkar’ olarak tabir edilmiştir. Geçmişte hisler galib iken gelecekte akıl galibdir.[i] Aklın ön plana çıkması ile ‘meyl-i taharri-yi hakikat’ yani hakikati arama meyli kuvvet bulmuştur. Hisleri galib olan insanları irşad için ikna edici ve süslü hatta şaşaalı bir üslub ile hayallerine hitab etmek bürhanın yerini tutuyordu. Halbuki aklın galib olduğu insanlar iddianın hayale sevimli bir şekide tasvir edilmesi ile ikna olmayıp delil isterler. Safsata yerine bürhan talep ederler. Âdeta; “biz ehl-i hâliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea zihnimizi işba etmiyor, bürhan isteriz” terennüm ederler. Mealen atıfta bulunduğumuz Sekizinci Mukaddeme’deki bu cümle çok çarpıcıdır: “Kur'ân'ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve burhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir.”
Bediüzzaman, vaizlerin nasihatlarının tesir etmemesinin sebeblerinden birini Divan-ı Harb-i Örfî’de böyle izah etmiştir: “Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.”
Risale-i Nur’da iman hakikatleri delillendirildiği gibi diğer bütün iddialara da delil getirilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi bütün hayatında delilsiz davaları zikretmediğini söyler ve serdettiği delillerin ne denli kuvvetli olduğunun bir delili olarak der ki: “En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nur'daki dâvâları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemiyorlar ve edememişler.” [ii]
Çalışmakta olduğumuz Kastamonu Lahikasında da Bediüzzaman bir meseleden bahseder. Çok uzun zamandır kanaat-i kat’iyesi bulunan kıymetli bir işaret ve beşârete kuvvet verecek bir delile muntazırdır. Meseleye girmeden evvel bunu da belirtelim ki Bediüzzaman kat’i kanaati olmasına rağmen bazı hakikatleri umumun nazarında hüsn-ü kabul görecek bir delile dayandırmadıkça izhar etmemiştir. Yine bazı hakikatler umuma ifadeleri müşkül olduğundan muhtasar olarak izah edilmiştir. Kastamonu Lahikasının on üçüncü mektubuna gelecek olursak -ki bu girizgahı buradaki düsturun izahı için yapmış bulunuyoruz- sâdık Risale-i Nur talebelerinin imanla kabre girecekleri ve ehl-i Cennet olacaklarına dair pek çok gaybî işaretler olmasına rağmen Bediüzzaman bu davaya delil aramıştır.
Risale-i Nur’a işârî veya remzî manası ile bakan Kur’an ayetlerden yirmi dokuzu Birinci Şua’da zikredilmiştir. Bu ayetlerden bazıları işârî olarak Nur Talebelerinin imanla kabre girecekleri ve ehl-i Cennet olacakları müjdesini veriyor.[iii] Bediüzzaman bu işaretin\beşâretin delillerini beklerken kalbine iki emare geliyor. Bunlardan birincisi Nur Talebelerinin iman hakikatlerini akıl ve kalbin birlikteliğinde, bürhana dayalı ve hakkalyakîn derecesinde bedihî bir ilmelyakîn ile tasdik ederek tahkiki imanı elde etmeleridir. Böyle bir îman ise sekerat vaktinde şeytanın tasallutundan mahfuz kalır. Sekerat vaktinde akla şüphe veren şeytanın vesvesesi, kalbe ruha sırra ve letaife sirayet etmiş olan tahkiki imanı selb edemez. İkincisi ise Risale-i Nurun sâdık talebelerinin ehl-i saadet olması için edilen kesretli duaların kabule karîn olmasıdır. Hem dâimî hem de külliyet kesb eden dua makbul dualardandır. Her gün defaatle bütün nur talebeleri birbirlerinin ebedî saadetleri için dua ediyorlar. Hem de en makbul zamanlarda ve şartlarda. Bu kadar kesretli dualardan sadece biri bile kabul olunsa her bir talebenin imanla kabre girmesine kâfi gelir. Çünkü her biri umum için dua ediyor.
Hâlis talebelerin ehl-i Cennet olacaklarına dâir İmam-ı Ali (ra) ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî (ks) hazretlerinin de kerametkarane gaybî ihbarları vardır ki bunlar kerâmât-ı Aleviye ve Kerâmat-ı Gavsiye Risalelerinde zikredilmiş. Hem Kur’an ayetlerinin işareti hem de bu büyük zâtların tebşiratı varken Bediüzzaman’ın bu meseleyi delillendirmek istemesi mühim bir noktadır.
Sâdık nur talebelerinin Cennetle müjdelenmesinde elbette şahısların tayini yoktur. Belli vasıfları taşıyanların ehli Cennet olacakları müjdesi vardır ki sâdık nur talebesi ünvanını taşıyanlar zaten Kur’an’da Cenab-ı Hakkın Cennete gideceklerini vaad ettiği kulların vasıflarını taşıyanlardır. Dolayısıyla Cennete gidecekleri ancak Allah bilir hükmüne münafi bir durum yoktur.
***
Müdellel denince nur talebeleri arasında akla ilk gelen isim Abdülkadir Badıllı Ağabey’dir. Kendisine müdellel lakabının verilmesinin sebebi her iddiasını belgelerle delillendirmiş olmasıdır. Velev ki küçük bir hâtıra dahi nakletse belgelerini ortaya koymuştur. Mufassal Tarihçe-i Hayat gibi kitaplarını tarihi belgelere dayanarak kaleme almıştır. Allah kendisinden razı olsun, Allah rahmet eylesin.
Nurun kahramanlarından Zübeyir Gündüzalp de müdellel konuşmanın ehemmiyetine ve bunun için de ilmin şart olduğuna vurgu yapmıştır. Sadırdan değil satırdan konuşmak sadakatin şe’nidir demiştir. (Bir dava adamının notları)
Madem Kur’an davalarını delillendiriyor ve Kur’anın mucizevi bir lem’ası olan Risale-i Nur dahi delilsiz davada bulunmuyor öyleyse Risale-i Nur talebeleri için de bu mühim bir düsturdur. Delile dayanmadan şahsî düşünceler, yorumlar, rüyalar vs. ile hareket etmek maksattan uzaklaştırır, merkezden koparır.