Müfredatın çözümü Bediüzzaman’ın ‘akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak’ prensibinde

“Medresetüzzehra Müzakereleri”nin konuğu Prof. Dr. Osman Çakmak

Röportaj: Serdar Bilgin-RİSALE AKADEMİ

Eğitim ve popüler bilim yazıları ile tanıdığımız Prof. Dr. Osman Çakmak İstanbul Gelişim Üniversitesinde akademik hayatına devam ediyor. Popüler bilim kitapları, yayımlanmış ders kitapları, dünyanın prestijli bilim dergilerinde yayınlanmış 100’lerce bilimsel yayını ve bunlara yapılmış 700 kadar atıf, patent başvuruları ve bilim ödülleri bulunmaktadır. Popüler bilim yazılarında ateist yorumların hakim olduğu, bilimin ateizme alet edildiği şu vasatta “manayı harfi” ile cosmos ve kainat gerçeklerini, eğitim yazılarında ise ezberin, benimsetme ve şartlanma kültürünün hakim olduğu vasatta doğru eğitimin ve okulların nasıl olması gerektiğini ele almaktadır. Bediüzzaman ve eğitim konularında çalışmaları da bulunan Osman Çakmak, bu çalışmalarında Bediüzzaman’ın eğitim dünyamıza getirdiği yenilikleri modern eğitim değerleri çerçevesinde ele almaktadır. Kendisi ile yapacağımız söyleşide Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra modeli ile ortaya koyduğu eğitim ile ilgili fikirlerini irdelemeye, Medresetüzzehra’nın ne anlama geldiğini ve hangi yenilikleri getirdiğini ifade etmeye çalıştık.

ÖĞRENİLENLER “EN NURANÎ FEN” OLAN MARİFETULLAH’A VESİLE OLACAK

Medresetüzzehra nedir?

Bediüzzaman'ın hayatını bilenlerce malumdur ki Medresetüzzehra'nın Bediüzzaman'ın çok önem verdiği ve gerçekleşmesi için pek çok teşebbüslerde bulunduğu eğitim ya da yükseköğretim projesidir. Bediüzzaman'ın idealinde olan bu eğitim kurumlarının çok boyutlu sonuçları olan bir proje olduğunu söyleyebilirim. Bu proje ile fen bilimleri de kâinatın gerçeklerini dile getirecek bir konuma yükselecektir. Hatta öğrenilenler kendi ifadesi ile “en nuranî fen” olan marifetullah vesilesi haline gelecektir.

MERAK İLMİN HOCASI, İHTİYAÇ TERAKKİNİN ÜSTADI

Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra modeli ile ortaya koyduğu eğitim projesi kapsamında müfredat ve okullar konusunda nereden başlamamız lazım diye sormak istiyorum. Eğitim alanında birçok reformlar yapıldı. Yapılmaya devam ediyor. Malumunuz müfredat gündemde. Müfredatın kamuoyu ile paylaşılması olumlu ve önemli bir adım bence. Bu reformların amaçlanan hedeflere ulaşması için neler yapılabilir?

Cana alıcı sorular bunlar. Tabi işe doğru sorularla başlamak lazım. Eğitimimizin temel problemlerini anlamak için bu hikayeyi iyi anlamak lazım.

Sokrat’ı biliyorsunuz, bazılarımızın tuhafına gidebilecek bir misyonu vardır Sokrat’ın. Bu “biliyorum” iddiasını taşıyan insanların, bilgilerini ve bildiklerini onlarla tartışmak ve aslında, biliyorum diye ortaya attıkları bilgilerin çok da sağlam olmadıklarını onlara göstermekti. Bu, insanlık tarihinde de çok önemli bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü bilmek, öğrenme ile başlayan, öğrenmenin belki bir aşaması olan, belki de bir sonucu olan; ama bitimi olmayan bir çabadır. Bilmek, sadece bazı sınavlardan geçmek ve yapabilmek, sonuç elde edebilmek anlamında bir bilmek değil, Sokrat’ın anlatmak istediği. Bilmek, bildiğimizi ileri sürdüğümüz şeylerin temellerini, dayanaklarını gösterebilmek demek; yani, bilmek, kökleriyle, temel kavramlarıyla bilmek anlamına geliyor.  Einstein’ın bilgi yüklemeye dayanan eğitim yüzünden okul ve eğitimle arası hiç iyi olmamıştı. O öğretmenleri nazarında derslere ilgisiz ve tembel bir öğrenciydi. Daha sonra kendisi bu durumu “öğrenmemi engelleyen tek şey aldığım eğitim olmuştur.” sözleri ile dile getirecektir. Einstein’ın “Benim hiçbir özel yeteneğim yoktur, ben sadece ölesiye meraklıyım” sözü ile aslında öğrenmede anahtar noktaya vurgu yapmaktadır. Bilindiği gibi Bediüzzaman, “merak ilmin hocası, ihtiyaç terakkinin üstadı” der ve eğitimde can alıcı noktaya dikkat çeker.

SORGULAMASIZ, TAHKİKSİZ EĞİTİM VAR

Öğrenme sürecinde merak bir katalizör görevi üstleniyor. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi bu noktada bütün mesele öğrenme sürecinde öğrencide merak uyandırabilmeyi başarmak. Yeni müfredat konumuza geri dönelim. Ezberci, bilgi yükleyen ve tek tip insan yetiştirmeye dönük Batı referanslı eğitim yapımız, kendi değer ve inançlarımızın; düşünce, sanat ve hayat tasavvurumuzun çok uzağında…

Evet, doğru, hiç düşündük mü acaba temel karakteristiği soru sormayan, verileni yenileyen, sınavlarda başarılı olmaya odaklayan bir müfredat yapısı hangi istenmeyen “yan ürünleri” nedir? Ülkemizde, doğruları aktarmaya ve sınav adı altında geri istemeye dönük yani sorgulamasız, tahkiksiz eğitim var. Gayet açıktır ki insanın düşünce sistemi alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül eder. Eğitim yanlış varsayımlar üzerine kurulmuşsa elbette ki hayatı doğru yaşamamız mümkün olmayacaktır. Eğitim yaratılışa, beyin ve öğrenme gerçeklerine ters bir durum sergiliyorsa eğitimden amaçlananlar değil amaçlanmayanlar oluşacaktır.

Peki nedir fıtrata ve öğrenme gerçeklerine aykırı olan? Müfredatta asıl değiştirilmesi gereken nokta nedir?

İnsan ihtiyaç duydukları bilgi, beceri ve davranışları, olağanüstü bir üretkenlikle öğrenebilmekte ve bu sırada çevrelerindeki tüm imkânları büyük bir beceriyle kullanabilmektedirler. Eğer bir şeye ihtiyacınız var, onu önemsiyorsanız onu çok kolay öğreniyorsunuz. İnanılmaz bir hızla ve tekrarlamadan öğreniyoruz. Bizim eğitim sistemimiz ihtiyaca dayalı olmadığı için tekrara dayalıdır. Yani öğrenme iki türlü oluyor. Ya tekrara dayalı oluyor, beynimize kazınıyor, şartlanıyorsunuz. Yahut da ihtiyaca dayalı oluyor.  Önemli olan meraka ve ihtiyaca dayalı olarak yapmak eğitimi. Bediüzzamanın dediği gibi “merak ilmin hocası ihtiyaç terakkinin üstadı.”

EĞİTİM VE MÜFREDATINDA ÇÖZÜM BEDİÜZZAMAN’IN “AKLA KAPI AÇMAK VE İRADEYİ ELDEN ALMAMAK” PRENSİBİNDE

Meraka ve ihtiyaca dayalı bir eğitimi nasıl yapılandırabiliriz?

Dikkat ederseniz, hep cevabı belli sorular öğretilerek insanımız düşünemez –üretemez hale getirilmektedir. Zihnî boyuttan (muhakeme, akıl yürütme, yorumlama vb.) uzak bir şekilde, daha önceki bilgilerle ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci öğrenciyi, yalnızca 'evet-hayır' kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır. Böyle olunca da okuduğu her yazıya, duyduğu her söze ve ileri sürülen her fikre düşünmeden inanması istenen öğrenci, hür düşünmeyi, düşünce üretmeyi, başka fikir ve görüşlere karşı saygılı olmayı öğrenememektedir. Sonuçta idaresi kolay, insiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten yoksun, becerisiz ve itaatkar bireyler haline getirilmektedir. Gölgede duranın gölgesi olmaz misali böyle bir eğitim ile yetişen insanlar, başkalarının kuralları ile hayatlarına yön vermeye başlamaktadır.

Bediüzzaman’ın bu probleme teklif ettiği bir çözüm var mı?

Bediüzzaman’ın “Akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak” prensibini esas alan bir eğitim ve müfredat anlayışıdır çözüm. Eğitimde çıkış noktası burasıdır. Risale-i Nur eserlerinin düşünceyi ihyada ve tefekkür mesleğini hayata geçirmede yenilikçi metotları incelenmesi gereken noktadır.  Öyle bir insan düşünün ki bu insan, kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor. Ruh ve kalbi nefis esaretinden kurtarıldığı gibi, açılan tefekkür ve tahkike dayalı eğitim ile de fert kendi dünyasında özerk ve özgür beyinlere sahip oluyor. Sonuçta öğrenmede sathîlikten derinliğe geçiyor. Ezber ve taklit yerine, tahkik ve anlama ön plana çıkıyor. İşte özlediğimiz eğitim yapısı budur.

Özlediğimiz eğitim yapısı tahkik ve anlama aslında Risale-i Nur eserlerinin düşünceyi ihyada ve tefekkür mesleğini hayata geçirmede  yenilikçi metotlarıdır.

Aynen öyle. Risale-i Nur eserlerinin düşünceyi ihyada ve tefekkür mesleğini hayata geçirmede  yenilikçi metotlarını konuşuyoruz şu an.

DEHA UYANMAYINCA, MUCİT DÜŞÜNCELER KENDİNİ GÖSTEREMEMEKTEDİR

Bediüzzaman’ın “akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak” prensibini biraz açabilir misiniz?

Bakın bu nasıl oluyor? Eğitim, "bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın." anlayışı ve yaklaşımı ile sürdürülmektedir.  Her şeyin cevabının öğretildiği eğitim sisteminde  size  neyi, nasıl ve ne zaman yapacağınız  “empoze edilmekte” ya da “dayatılmakta”dır. Bu yaklaşımda “deha” kendini göstermemektedir. “Deha”, alışılmışın dışında yeni bir tarz geliştiren ve yeni bir görüş üreten yetenek demektir. Bütün yenilikleri ve buluşları dahilere borçluyuz.  İnsanın en değerli iki özelliği “merak” ve “öğrenme” becerisidir. Bu iki yetenek,  “müdaheleye/empozeye” son derece hassas ve kırılgan olarak yaratılmışlar. “Sürekli müdaheleye” maruz bırakılan bu duygular dumura uğramakta,  özgür irade böylece yok olmaktadır.

Eğitim, ancak  özgür ve özerk zihinlerin başarabileceği bir iştir. Öğrencinin “bilgiyi üreten ve kullanan özne” değil, “bilgiyle yüklenen nesne” konumunda bırakıldığı ortamda, kendi varlığına, kendi özgürlük ve özerklik alanı doğrultusunda öğrenmek isteyen, edindiği hayat tecrübelerini, kendi bakışı, kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen insanlar yetişir. Sonuçta böyle insanları başkalarının yönlendirmesi ve hükmetmesi  mümkün olmaz. İnsanlarını “kuzu kuzu” yetiştiren bir eğitim sistemi toplumu  koyun sürüleri  haline getirecektir. Böyle sürüleri idare etmek için de “işgüzar çobanlar”, hatta dünya çapında “küresel krallar” ve “derin güçler”  devreye girecektir. Ve öyledir.

Talep oluşturmayan, seçme ve inisiyatif vermeyen, eğitim yapısı, yüksek karakterli ve hür iradeli kişiliklerin yetişmesinin de engelidir. Sonuç olarak, eğitim dünyamızda, “merak ilmin hocası ve ihtiyaç terakkinin üstadı”  hakikatinin anlaşılmamasın faturası büyük olmaktadır. Deha uyanmayınca, mucit düşünceler kendini gösterememektedir. Teknolojide ve metodolojide, Batıya ve dışarıya olan bağımlılığın sürmesinin sebebi de budur. Terör ve anarşinin de nedeni budur. Taklit yerine icada-bilime dayalı “gerçek” kalkınmaya geçemeyişimizin nedeni de budur. Olay budur. Bilmem anlatabildim mi?

MEVLANA’YI, İBNİ ARABİ’Yİ, AKŞEMSETTİN’İ, GAZALİ’Yİ, BEDİÜZZAMAN’I TANITMADAN EFLATUN, KONFÜÇYÜS, KANT, HEGEL TANITILAMAZ

Aklını hocasının aklına teslim etmiş generallerin çılgınca darbe yapabileceğine şahit olduk. Bu da “sorma, düşünme, itaat et” diyen bir yapılanmanın, eğitim sisteminin ürünü. Bu vesile ile Rabbim milletimize bir daha böyle bir süreç yaşatmasın inşallah.

Amin! İnşallah!

Bir daha darbelerle karşılaşmamak ve üreten, başı dik, kimlikli insanlar haline gelmek için nasıl bir eğitim yapısına ve müfredata ihtiyacımız var?

Tabi ki öncelikle kendi medeniyetimizin sesini ve soluğunu yansıtan eğitim modelimizi hayata geçireceğiz. Bilimin hakim olduğu bir ülke halini alacağız. Dikkat ederseniz, hep cevabı belli sorular öğretilerek insanımız düşünemez –üretemez hale getirilmektedir. Zihnî boyuttan (muhakeme, akıl yürütme, yorumlama vb.) uzak bir şekilde, daha önceki bilgilerle ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci öğrenciyi, yalnızca 'evet-hayır' kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır. Böyle olunca da okuduğu her yazıya, duyduğu her söze ve ileri sürülen her fikre düşünmeden inanması istenen öğrenci, hür düşünmeyi, düşünce üretmeyi, başka fikir ve görüşlere karşı saygılı olmayı öğrenememektedir. Sonuçta idaresi kolay, insiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten yoksun, becerisiz ve itaatkar bireyler haline getirilmektedir.

Bu eğitim sürecinde duruşu olmayan insanlar haline gelecek ve   kendileri olamayacaktır. Kendi aklının sahibi olamayınca beyin yıkama şeklinde süre giden öğretilerle devam eden sorgulamasız bir yapı içinde sürekli itaat süreci insanları adeta bir tür mankurtlaştırmaktadır. Böyle bir kitle zamanı geldiğinde ülke aleyhine toptan kullanılabilirdi. Kendi halkına silah doğrultabilirdi. Nitekim doğrulttu. Böyle yetişen insanları, başkalarının kuralları yönetmeye başlamaktadır. Günümüzün en etkin uyutma ve zihinleri köleleştirme vasıtası bu tarz eğitim olduğunu söylüyoruz. Bunun farkına varmadıkça insanımızın başının belalardan uzak kalması mümkün olmayacaktır. FETÖ gider başkası gelir.

Yaşananlardan ibret almalıyız. Zihnin özgürleşmenin yolu Bediüzzaman’ın “Akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak” prensibidir. Risale-i Nur eserlerinin düşünceyi ihyada ve tefekkür mesleğini hayata geçirmede yenilikçi metotları incelenmesi gereken noktadır.

Şu temel gerçeği kavramamız gerekiyor öncelikle. Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir. Her alanda Batı’yı referans alan eğitim sistemimiz, kendi değer ve inançlarımızın; düşünce, sanat ve hayat tasavvurumuzun çok çok uzağında kalıyor. İşte bu kaygı ile müfredatın sadeleştirilmesi ve millileştirilmesi gündemde.  Siz daha işin başında kendi referanslarınızla yola çıkmazsanız yarı yolda kalırsınız. Siz Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Akşemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtamıyorsunuz.

Her medeniyet, kendi insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine has bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idrakine bağlı olarak kendi insan tipini ve hayat tarzını inşa eder. O halde çözüm yolu kendi eğitim modelimizi ve bilim referanslarımızı inşa etmektir. Ne kadar basit olursa olsun kendi geliştireceğimiz ve pilot uygulamaları ile başarılarını göreceğimiz eğitim modellerini hayata geçirmek durumundayız.

Bu durumda müfredatı/bilimi kendi kimliğimiz ve ülkemizin, milletimizin hedefleri/öncelikleri/faydası doğrultusunda, bize ait bir medeniyet anlayışı ile yeniden harmanlamamız lazım.

Tabi ki.  Kendimizin ürettiği milli karakterli modeller insanımızın vicdanında ma’kes bulacak ve umumi bir heyecan ortaya çıkacaktır. Eksiklikler zamanla telafi edilecek, mükemmele doğru bir gelişim süreci başlayacaktır.

MEVCUT EĞİTİM “DÜŞÜNMEYİ-TEFEKKÜRÜ” ÖLDÜRÜYOR

Kendi geliştireceğimiz eğitim modelleri diye ifade ettiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Eğitim, bir nitelik ve kalite gelişmesi, insanların seviye kazanması, teknolojinin sağladığı imkânlarla öğrencinin kendi yetenekleri doğrultusunda fikrî gücünü kullanarak bilgiyi üretmesi olayıdır. O zaman mevcut eğitim “Düşünmeyi-tefekkürü” öldürüyor. Bediüzzaman asırlardır ihmal edilen ve unutulan tefekkürü dirilterek (mesleğinin esası haline getirerek) düşünceyi ve muhakemeyi ihya etmiştir.

Hatırlatmak isterim ki, düşünmek ise, var olan bilgilerden, kendinde olmayanı üretme yeteneğinin kazanılması demektir. Risale-i Nurların müellifi, Nur yolunun dört temel esas (acz, fakr, şefkat ve tefekkür) üzerine bina edildiğini ifade eder. Bu esaslardan birisi “tefekkür”dür. Bediüzzaman’ın dediği gibi, her şeye karşı cahil olarak yaratılan insanların asli vazifesi “taallümle tekemmül”dür. Çekirdek nasıl su, hava ve toprakla gelişip neşvünema buluyorsa, insana ait yeteneklerin gelişmesi ve olgunlaşması da ilim ve öğrenme yoluyla olmaktadır.

RİSALE-İ NUR OKUMAYI SADECE KİTAPLARDAN OKUMAK OLMAKTAN ÇIKARIR

Bu bağlamda ilmin ve öğrenmenin ilk adımı okumaktır. Risale-i Nurlar; okumayı sadece kitaplardan okumak olarak ifade etmez; insanı, hem kendisini hem de kainat kitabının okuyucusu haline getirir ve hakikatleri anlamaya, zihni inkişaf ettirmeye de vesile olur.

Bediüzzaman’a göre, kâinat, okunmak için insanların önüne açılmış, devasa, iç içe sayısız kitaplardan ibaret büyük bir kitaptır; Allah’ın her iki kitabı (Kur’an-ı Kerim ve Kâinat) okunup anlaşılması için insanın önüne konulmuştur. İslam’ın ilk emri, “oku”dur. Okumayı öğrenebilmek, ancak düşünme yeterliliğine kavuşmakla mümkün olabilir. Risale-i Nur eserleri okurlarına kendisini, hakikatleri anlama, sorgulama ve müzakere ortamı sağlaması ile zihni inkişaf ettirmekte ve bilgi üretmeyi-tefekkürü öğretmektedir. İfade ettiğiniz gibi Risale-i Nur okumayı sadece kitaplardan okumak olmaktan çıkarır. Hem kendisini ve hem de kainat kitabının okuyucusu haline getirir. Risale-i Nur kainat kitabının okumanın metodunu ve aletlerini sunar. Bu okuma şüphesiz en başta, nurani ve müdakkik fen olan marifetullahın talimini sağlamaktadır. Kainat kitabının okunuşunda sanat ve estetik, yüksek nizam ve daimi faaliyet sürekli nazara verilişi ferdi bir ”sanat okuyucusu” haline getirir.

Bizim kültürümüzde eğitimin aklı selim, zevki selim ve kalbi selim olmak üzere üç yeteneği geliştirmesi esastır. Aklı ve kalbi tam (kemal) geliştiremediğimiz gibi estetik ve sanat zevkinden uzaklaştığımızı ifade etmek istiyorum.

Evet, öğrenci, bilim ile kendisinin gündelik hayatı ve düşünce dünyası arasında bir bağ kuramadığı için derslerden soğuyor. Konuyu fen eğitim bağlamında örneklendireyim. Fen eğitimin öğrenciye, elde ettiği bilgiyi nerede  ve nasıl kullanacağını öğretemeyince dersler anlamsız hale geliyor.

Risale-i Nur insanı zevki selim sahibi kılarken hangi metotları kullanmaktadır?

Bediüzzaman açtığı okumaya dayalı serbest eğitim metodunda varlığın hikmet ve gaye boyutunun; sanat yönünün nazara verir. Bu öğrenmeye karşı merak ve ilginin dirilmesinin bir kaynağını teşkil eder. Bu tarz okumalar insan; “kainat kitabını okuma” ve  “bir sanat okuru” olma özellikleri kazanır. İnsan yaratılışında var olan tabiat-çevre ilişkisi kurulmakta; insanda kendisine ve çevreye saygı duygusu gelişmektedir. Böylece sanat sevgisi estetik duygular beslenmektedir. Bu sebeple Risale-i Nur bir alternatif gerçek bir sanat okulu ve hikmet okuludur. Önemli olan bu tarzı okul kitaplarına yansıtabilmemizdir.

Fen derslerinin faydalı ve verimli-anlamlı hale gelmesi; meraklı ve araştırmacı bir nesil yetiştirebilmesi için neler yapılabilir?

Şunları yapabiliriz:  Fen dersleri aynı zamanda bir Türkçe dersi gibi ve sanat-tasarım dersi gibi ele alınabilir.  Fen derslerinde öğrencinin evreni inceleme-okuma özelliğinin geliştirilmesi ve bir “sanat okuru” haline getirilebilir. Varlıkların ve olayların kendilerinin ne olduğundan ziyade, fayda ve hikmet yönleri öne çıkarılmalı ve hayatla ilişkilerine dikkat çekilmesi konuları ilgi ve merak çekici hale getirecektir. Sonra parçalar arasındaki ilgi ve bağlantılara dikkat çekilmesi olayın, resmin bütünü içindeki yeri ve işlevi anlatılması bütüncül bakışın kazanmasını sağlayacaktır. İnsanlar böylece sanattan anlayan çevreye ve varlığa duyarlı yüksek zevklere sahip olacaktır.

ÖĞRETMENLERİMİZ ÖĞRENMEYİ YÖNETEN KONUMUNU ÜSTLENEBİLMELİ

Öğrencilerin kainata bütünsel olarak bakmalarının sağlanması için müfredat ne şekilde yapılandırılmalıdır? Derslerde nasıl bir yol izlenmelidir?

Bilginin bir de hikmet, hakikat ve fıtrat hatta fazilet boyutları vardır. Sadece malumat boyutu ile vakit geçirirseniz anlatılanlar öğrenci tarafından ilgi çekilmeyeceği gibi faydalı da olmayacaktır. Aslında insanlar hikmete ve hakikata açlık hissederler. Dikkat ederseniz insanlar davete isteyerek giderler. Önemli olan eğitimi bir mana ziyafeti haline çevirebilmektir.

Konuyu fen bilimleri bağlamında ele alacak olursak; evremizde sürekli varlıklar üzerinde gördüğümüz yardımlaşma -paylaşma, hayat ve rızık-beslenme,  mükemmele gidiş, güzelleşme –süsleme, faaliyet, düzenlilik, denge ve  tasarım, temizlik, iktisat-israfsızlık vb.  gerçekler  derslerde ele alınmıyor. Niçin anlatılmıyor? Çünkü bilim üzerinde bir materyalist/ateist bir hakimiyet ve baskı var. Bu bilimin ideolojiye alet edilmesidir aslında.

Böyle olunca olayın kendisi, yani hikmet ve gaye yönü; hayata bakan ciheti anlatılmayınca, öğrenci derslere ilgi duymuyor ve ders anlamını kaybediyor. Bir de derslerin, dersliklerin duvarları arasından çıkarılarak uygulama alanları ile birleştirilmesi önemli. Derslerde verilen ödevler, hayatla ve uygulama ile ilişkilendirilerek verilirse ve sorular mutlaka anlamlı ve gerçek olaylardan seçilirse dersler anlamlı ve verimli olmaya başlayacaktır. Fen dersleri derslikte değil, mutlaka laboratuvar gibi gösterme-uygulama-deneme imkanlarının olduğu yerlerde işlenmeli ve elektronik gösteri-animasyon imkanlarından yararlanılmalıdır. Öğretmenlerimizi bu süreçte bilgi sağlayan olmaktan çok, öğrenmeyi yöneten konumunu üstlenebilmelidir.

FEN KİTAPLARI VE BELGESELLER DE ALLAH’TAN BAHSETMEKTEDİRLER

Bediüzzaman’ın Kastamonu’da yanına gelip "Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" diyen bir grup lise talebelerine verdiği müspet cevap vardır. “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

Yani Bediüzzaman’a göre hiç Allah’tan bahsetmiyor gibi görünen fen kitapları ve belgeseller de aslında mütemadiyen Allah’tan bahsetmektedirler – aynen bir yağlı boya eseri hakkında yazılan her kitap veya makalenin dolaylı da olsa o eserin ressamından bahsediyor ve onu tarif ediyor olması gibi. Dolayısıyla önemli olan bakış açısı kazandırmak ve ölçü vermektir. Yani gözlemi ve okumayı öğretmektir. Okumanın ve düşünmenin metotlarını öğretmektir asıl olan. Doğru bir bakış açısı ile fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerini Allah’ı bilmeye çevirebiliriz. Niyetin adetleri ibadete çevirdiği gibi. “Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât. Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlâhî.” Risale-i Nur bu bakış açısını kazandırarak Allah’tan bahsetmeyen fen kitaplarını adeta marifetullah kitaplarına çevirir.

Demek ki önemli olan bakış açısı kazandırmak. İşte bunun için Bediüzzaman, bilgiye yüklenilen anlamın; kazanılan bakış açısının (nazar, niyet, mana-yı harfî) önemi üzerinde durur. Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde “kırk senelik hayatının ve otuz senelik tahsilinin öğrendiği hulasa şeyin, nazar, niyet mana-yı harfi ve mana-yı ismi olduğunu söyler.

Devam edecek…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Özel Haberleri