Son devrin en yalaka modası, Gülen’e yumruk atarken önce Bediüzzaman’ı tokatlamak. Bu çirkin salgını iki kirli kaynak besliyor: Birincisi FETÖ düşmanları listesine isim kaydı yaptırma düşüncesi, diğeri büyük bir insanın karşısında duyulan rezil bir kompleksle karalama isteği. Bir büyüğe dil uzatarak büyük sırasına geçme arzusu.
Bediüzzaman’ın düşman kabul ettikleri, küfrün kampında yer alan ileri gelenler. İslâmiyet düşmanlarının tamamının Bediüzzaman’a da düşman kesilmeleri, tabiî vaziyet. Zirâ, asr-ı âhirde hiçbir beşere, onun kadar İslâmiyet’e hizmet etmek nasib olmamış. Eserleriyle İslâmiyet hakikatlerinin etrafına yeniden aşılmaz bir hisar kuran en büyük münşi o.
Bir de sâdık ahmaklar var. Görünüşe göre dostturlar, en azından dost olmaları iktiza eder. Zirâ İslâmiyet kisvesi altında dolaşır, Müslüman mahallesinde yaşarlar. En büyük dertleri, şifa bulmaz küçüklükleri. Hemen her küçük ama büyük sırasına geçmek isteyen zavallı gibi, büyüklere düşmandırlar. Zâtında büyük olmayınca, büyüklere taarruz ile büyük addedilmek gibi ahmakâne bir arzunun kurbanı olurlar. Şöhretperestlik uğrunda rüzgâra karşı mabede bevletmekten çekinmedikleri için, çoğu zaman hem kendilerini hem de mabedi kirletirler.
Bir üçüncü gürûh var ki, onlar doğrudan fitneye çalışırlar. Münafık olmasalar, hattâ yaptıklarının münafıklık olduğunu bilmeseler de çoğu zaman münafıklar kadar zarar verirler. Zirâ, sırtlarında Müslüman urbası ile dolaşırlar… Çoğu zaman dilleri dualı, elleri tesbihlidir. Bunlardan sakınmak, tehlikelerinin farkına varmak zaman ve dikkat ister. Suret-i haktan görünerek iğfal ederler. Çok gerilere gitmeden, kargadan başka kuş tanımayan Dadaş gibi, Kur’an’ın sarih mânâsının dışında İslâmiyet namına hiçbir şeyi kabul etmeyen, hadis dahil bütün değerleri tahrib ve reddeden bu tiplere, günümüzde mebzuliyetle rastlarsınız. İsimlerini bana saydırtmayınız, çoğunu biliyorsunuz.
Bu en tehlikeli güruhun içine yüksek perdeden bir isim daha bodoslama atlamış: Atasoy Müftüoğlu… Şiânın Batı destekli Humeyni inkılâbına selâm durmayı ömrünün iftihar vesikası gibi taşıyan Atasoy, bugün sekseninde bir pir-i fâni. İman ve yaşının muktezası olarak kul hakkına girmemeye, yalan söylememeye, hele iftira atmamaya çok daha dikkat etmesi gerekirken mahallenin diğer kuduz mahlukları tarafından ısırılmış gibi birden saldırganlaşmış. Diyor ki:
“Türkiye 15 Temmuz’u konuşuyor ama, hiçbir şey konuşmamıştır. Çünkü bu bir projeydi. Nurculuk, önce Said-i Nursi, sonra Fethullah Gülen'in araçsallaştırılması yoluyla… Fethullah Gülen'i konuşmak için, önce Said-i Nursi'yi konuşmayı cesaret etmek gerekir. Çünkü Said-i Nursi de en az onun kadar vahim birisidir, tehlikeli birisidir. Papa’yla ilk temas kuran kendisidir. Kendisine o “Zülfikar” kitabını gönderip, “bunu Hz. Ali yazdı, ben yazmadım” diyen adamdır. Said-i Nursi Avrupa Birliği’ni "mesihiyet" olarak gören adamdır, o kadar hayrandır.”
İddialı konuşmak, parlak laflar söylemiş olmak arzusu Atasoy’a pırıltılı gelmiş. Allah’ın rızasına kanaat getirmeyince, zavallı kullarının teveccühüne dilenci olmuş. Dikkat çekmek arzusu bu kadar düşürmemeli insanı ama müftünün çocuğunu düşürmüş!..
Yalan söylüyorsun, Atasoy!.. Yalan söylemekle kalmıyorsun, iftira da atıyorsun. Cidden başkasında bu kadar iğrenç durmayan bu şenaat senden gelince Vilvil Deresinin cerahâtı kadar mide bulandırıcı olmuş.
Evet, Bediüzzaman 1951 Şubat’ında papaya ulaştırılmak üzere, talebeleri vasıtası ile İstanbul’daki şubelerine Zülfikar eserini göndermiştir. Ancak papaya ne mektub yazmış, ne da herhangi bir teması olmuştur. Esasen içinde bulunduğu şartlar itibariyle böyle bir şeye muvaffak olması da mümkün değildir.
Kötü olan ne Atasoy, biliyor musun? Söyleyeyim: Zülfikar mecmuasını hiç görmemişsin, elin değmemiş. Açıp neden bahsettiğini de görmemişsin. Tek satır okumadığın ise zaten bedihî hakikat. Peki papaya gönderilen bu eserde neler mi var? Dinle, büyük yazar!
Zülfikar, Müslümanlar’ın, Hiristiyanlara karşı iddia ettikleri iki büyük dâvâ ile bütün beşeriyetin en mühim meselelerinden birisini izah ve isbat eder.
Eserin Birinci Makamı ve büyük kısmı On Dokuzuncu Mektub adıyla neşredilen Mucizat-ı Ahmediyye (A.S.V.) risâlesidir. İsim, teslim-i silâh ettiğin uydurukçanın “tilcikler”i ile yazılmadığından dağarcığınız için bir şey ifade etmeyebilir. İzah edeyim:
Bu risâle, 300 kadar mucize ile Hz. Muhammed (A.S.V.)’ın son ve en büyük peygâmber olduğunu isbat eder. Yani Bediüzzaman, muharref Hıristiyanlıkla başı dertte olan zavallı Papa’ya demek ister ki:
“Kör olma, Hz. Muhammed (A.S.V) âhir zamanda gelecek olan en büyük ve en son peygamberdir. İsbatı da gönderdiğim bu risalede üç yüz mucize ile sabittir.”
Zülfikâr’ın İkinci Makamı, Onuncu Söz adıyla neşredilen Haşir Risâlesi ve zeyillerinden müteşekkildir.
Haşir kelimesi uydurma dilde yok, yaşına rağmen bilmeyebilirsin düşüncesiyle kısaca, öldükten sonra yeniden dirilme, mânâsına geldiğini söylemiş olayım. Hani İbn-i Sina gibi bir dâhinin, “Bu, nakli bir meseledir fakat akıl bu yolda yürüyemez!” dediği yeniden dirilme inancı, işte o. İki kere iki dört kat’iyetinde haşri isbat eden Bediüzzaman, Haşir Risalesi’ni Vatikan keşişine göndermekle demek istiyor ki:
“Zavallı Papa, âhiret saâdetlerini temin ile kendini mükellef sandığın Hıristiyanlık âlemi küfrün en koyu zulmetinde boğuluyor. Oysa bize göre Haşrin varlığı bu dünyadan daha açık, daha bedihî, daha kat’i bir hakikattir. Haşir Risâlesi ile ölüm karşısında dehşete kapılıp kafayı sıyırmaktan kendini ve sana inan zavallıları kurtarabilirsin. İşte İslâmiyet böyle hak ve hakikata istinad eden son dindir!”
Zülfikar’ın son makamı ise Yirmi Beşinci Söz olarak neşredilmiş olan Mucizat-ı Kur’aniye Risâlesi’dir. Müftünün oğluydun, değil mi sevgili Atasoy!.. Bilmen ve anlaman gerekir ama cür’etin anlamadığını ortaya koyduğu için birkaç kelime ile izah edeyim:
Bu risale, Kur’an’ın kırk vecihle mucize olduğunu izah ve isbat ile Allah’ın kelâmı olduğunu en muannid zındıklara da kabul ettirecek açıklıkta beyan eder. Bediüzzaman, bu risâleyi papaya ulaştırmakla demek ister ki:
“Zavallı Papa!.. Kur’an, işte kırk cihetle isbat ettiğim gibi, mucize bir eser olup Allah’ın kelâmıdır. Her türlü şenaat ve budalalıkla tahrif ettiğiniz İncil ve Tevrat’a hiçbir şekilde benzemez, onlarla kıyas edilmez. Aklınızı başınıza alıp Kur’an’ın yoluna geliniz ki, âhirette Cehennem’in odunları olmayasınız!”
Şimdi sevgili, ama çok çok sevgili Atasoy! Bediüzzaman, sence Papayı İslâmiyet’e mi dâvet etmiş, yoksa “Lütfen, beni de, altı bin sahifelik eserlerimle muharref olduğunu isbatladığım Hıristiyanlığa kabul buyurunuz mu?” demek istemiş.
Yok, maksadım sizi utandırmak değil! Utanacak olsaydınız bu fütursuz yalan ve iftirada bulunmazdınız. Sadece sizde bir şeylerin varlığını vehmedenlere bir nebze yardımcı olmaya çalışıyorum. Yoksa siz, ilk sahneyi Oda TV’de alan sözlerinizin kimlere hizmet ettiğini elbet de biliyorsunuz.
Yine de Allah, size hidayet versin. Kabrin eşiğindeki bir insan olarak hiç selâmetli bir yerde durmadığınızın intibahı ile uyanmanızı temenni ederim.
Avrupa Birliğine “mesihiyet” atfettiği zırvanızın üzerinde durulacak tarafı yok. Nur talebelerinin en sıradanı olarak son birkaç yılda belki yüz sefer “Avrupa Birliğinin canı cehenneme!” dediğimi, arzu edersen webde bulabilirsin. Bulamazsan haber ver, yardımcı olayım.
Tamam, yalan da söyleyebilir, iftira da atabilirsin; imtihan dünyasındayız… Bari zekice bir şeyler söyle, kendi kendini ilk adımda ele verip gülünç duruma düşme Atasoy. Yazarlığın, yazar olmanın da bir şerefi, bir haysiyeti vardır. Alınıyorum, ne de olsa meslekdaş sayılırız…