Muhakemat’ın başında Bediüzzaman müthiş müjdeler vermektedir. “İstikbalde hüküm sürecek ve her kı’asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-i İslamiyettir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslamiyet olacaktır”
Demek geleceğin saadet sarayında tahtta oturan hakaik ve maarif başka değil, yalnız İslamiyet olacak. Yani; her ne ki öğrenilecek o İslamiyetin hakaikinden öğrenilecek. Saadet de sadece bununla olabilir.
İslamiyetin hakikati kainata yayılmış iken ve kainatın dahi temelleri bu hakaik üzerine kurulu iken nasıl olmuş da bu Şeriat-ı Garra’dan; bu fevkalade parlak ve sağlam şeriattan uzak düşmüşüz?
Bu korkunç ahvalin sebeplerini harika bir tesbit ile tesbit etmiştir Bediüzzaman. Bu fevkalade muhkem şeriattan ecnebilerin mahrum kalma sebeplerini şöyle sıralar:
- Taklid
- Taassub
- Cehalet
- Kıssîslerin riyaseti
Bizim uzak düşmemizin sebepleri ise:
- İstibdad-ı mütenevvi
- Ahlaksızlık
- Müşevveşiyet-i ahval
- Ataleti intaç eden ye’is
Bunlarla beraber hem bizim hem de ecnebilerin dünya ve ahiret saadetine kefil olan bu harikulade şeriattan mahrum kalmamızın en birinci sebebi; islamiyetin zahirî meseleleri ile fenlerin bazı meseleleri arasında bir çatışma, birbirini yalanlama olduğunu batıl ve hayalî bir tarzda tevehhüm etmemizdir. İnsanda tevehhüm o şeydir ki; olmayanı var zanneder, yok’a varlık rengi verir; vücudda olmayan nesneyi vücud dairesindedir zanneder.
Haydi ecnebileri mazur kabul edelim bu konuda bir derece. Çünkü; din denince ecnebilerin aklına gelen kilisedir ve tahrif edilmiş olan Hristiyanlıktır. Kilise yıllar boyu bilim adamlarını doğramakla vakit geçirmiştir. Bunu bir misyon gibi kabul etmiştir kendisi için. Bilimin insanı yoldan çıkaracağı, dinden edeceği propagandasını yapmıştır.
Peki kendimize ne diyeceğiz. Haydi biz de süfyanı kalkan edelim. Alimlerimizi kesti, Kur’anlarımızı yaktırdı, harflerimizi değiştirdi, çarşafımıza el uzattı…
Belki Risaleler yazılmamış olsa bu mazeret bizi ölene kadar idare edebilirdi. Fakat şükür ki küfrün bel kemiğini kırmış olan ve kırmaya devam eden Risale-i Nur’lar var. Hem Risaleler ecdadımızın (taa asr-ı Saadete kadar) aklını fikrini kalbini vicdanını ve ruhunu bize taşıdı. Bizi Kur’an kelimelerine aşina etti, küçük akıllarımızı temsil merdiveni ile Kur’an’ın yüksek hakikatlerine çıkarttı.
Evet bir kabustan uyandırdı bizi. Geriye hiç eser kalmamacasına katledilenlerin sesi soluğu oldu. İmanın kal’ası oldu ve oluyor. Zamanın ve zeminin merhametsizliğine toslayıp sersemleyen ve fakat hakikati aramaktan vaz geçmeyenlere karargah oldu ve oluyor ve kıyamete kadar da olacak. Artık özrümüz kalmadı, kesmeyecekler bizi hakikati dediğimiz için. Fakat hakikatin peşine düşmez de hurafelerde yuvarlanmaya devam edersek biz intihar etmiş olacağız. Katilimiz olmayacak ama biz maneviyatımızın katili olacağız.
Böyle olmamak için gözümüzü açmalıyız ve Bediüzzaman’ın bu vehmimizi yerle bir edecek, yakacak dediği üç hakikate tutunmalıyız. İşte üç hakikat; binler batman hayalleri dirilmemek üzere mezaristana sürecek üç muazzam hakikat:
- Meyl-i taharri-i hakikat
- Muhabbet-i insaniyet
- Meyl-i insaf
Bu üç madde hakkında Risale-i Nur’dan harika bir toplama yapılabilir. Ne demektir hakikati aramak, nasıl aranır, nerede bulunur, hangi yöntem ile izi sürülür?
İnsaniyete muhabbet ne demektir? Mesela kendinden olmayanı öteleyip itekleyen insaniyyetin muhibbi değil de buğzedeni midir? İnsaniyet düşmanı mıdır? Kafir olduğu için bir insana zulmedebileceğini düşünen, insaniyet ile hangi mesafededir?
Kendi haklı çıktığına sevinip münazaradaki arkadaşı haksız çıkınca sevinene ne denir?
İnsaf nerede başlar nerede biter? Hain canileri affetmek insaftan mıdır?
Bu üç hakikate râm olabilmenin ilk şartı şüphesiz bu hakikatlerin tanımını, tarifini, sınırlarını ve menbalarını bulmak ile olabilir.
İnsaf ölçüleri nelerdir? İnsaf vicdani bir hal midir? Akıl insaf etmenin talimini yapabilir mi? nefs-i emareden insaf beklenir mi?
Hakikat nerede bulunur? Hakikatin kaynağı nedir? Bir şeyin hakikat olup olmadığı hangi mihenge vurularak anlaşılır?
Biliyoruz ki, Risale-i Nur’lar iman ve Kur’an hakikatlerini ders verir. Peki bu hakikatler aynı zamanda kainatın üzerine kurulu olduğu hakikatler değil midir? Fiziğin, kimyanın, biyolojinin, psikolojinin, tıbbın üzerine kurulu olduğu kanunlar kimin kanunları? Allah’ın yaratmasındaki intizam ve nizamın plan ve programın, külli kanunların ifadesi değil de nedir fenler?
Bediüzzaman Kastamonu’da yanına gelen lîse talebelerine ne demişti? Abdullah Yeğin Ağabey’in hakiki bir ihtiyaçla sorduğu “Bize Halıkımızı tanıttır. Muallimler Allah’dan bahsetmiyorlar” şeklindeki ihtiyaçlı talebine mukabil: “fenler Allah’ı anlatıyor, muallimleri değil fenleri dinleyin” demişti. Ne olur şu zamanın çocukları olarak neredeyse istisnasız ehl-i fen olan biz bunu dikkate alsak… şu iki bölmeli hayatımızdan, iki bölmeli zihnimizden, iki bölmeli kalbimizden, yarısı ölmüş vicdanımızdan çektiklerimiz canımıza tak etmedi mi daha?
Biz Müslümanız laik olmaya muhtaç değiliz. Üniversitede dinsiz, camide dindar olma gibi bir ihtiyacımız yok bizim. Bu orta çağ Hristiyanlarının ihtiyacı idi. Biz zerrelerden yıldızlara kadar hükmünü icra eden kanunların, bilsek bilmesek, dahilindeyiz. Bu kanunlar öyle kanunlar ki daha ekstra, kendini Allah’dan akıllı sanan adamların kanunlarına ihtiyacı yok. Allah’ın kanunu karşısına kanun koyan o kanunun altında inleyerek can vermeye mahkumdur. İşte bir tek faiz konusuna bakan bunu anlar. Risale-i Nur diyor: “Kur’an banka kapısını kapatır, şakirtlerine ‘girmeyiniz’ emreder” daha bunun istisnası, alternatifi, tevili zorlama fetvası falan olmaz. Bu hükmü umursamadan hareket eden Müslümanlar da güya sınırları garanti altına alınmış bir Müslüman memleketinde kilo kilo salyangoz satın alan Müslüman mahallesi sakinleri gibi İslam düşmanlarının kurduğu bankaları Kabe gibi tavaf eder dururlar. Ve Müslüman izzetini nerede kaybetti, niye zelil olduk diye daha çok kıvranırız… en açık en net hükümlerdendir oysa faiz yasağı. Her türlüsü mübarek ayağının altında can veren bu illeti neden hortlattık, neden izin verdik ve besleyip duruyoruz. Allah ve Resulü’ne savaş açmış olarak nasıl sabahlıyoruz?
Daha muhkem ayetleri uygulamakta sınıfta kaldık. Haydi buyurun derin anlam dünyasına… karnımdaki faizle aklım hakikata nasıl işleyecek ne kadar işleyecek? Ben gibi İslamın zahirini inciten adam, İslamın hakikati benden kaçsa ne diyeceğim? Nasıl kendimi hakikata munis göstereceğim?
Peşinden gittiğim hakikat dönüp bana dese: “şimdiye kadar öğrendiğin hakikatlere yaptığın gibi mi bana muamele edeceksin? Bir ceylanı avlayıp derisini yüzüp salonun duvarına asan adam avına yaptığını mı yapacaksın bana? Beni avlayıp, içimi boşaltıp, postumu kendi nefsinin vitrinini süslemek için mi kullanacaksın? Bakın ne hakikatler avladım…
Evet hakikat güzeldir. İçini boşaltmadığımız sürece. Enemize hizmetkar etmediğimiz sürece. O hakikatle parsa veya arsa kapmaya çalışmadığımız sürece…
Bu vesile ile hakikatlerle hem hâl bir ömür süren ve berzah alemini şenlendirip dünyayı mahzun ve bir âlim ve fazıldan, izzetli bir mü’min, davanın bir fedaisinden mahrum bırakarak rahmet-i Rahman’a koşan Abdilkâdir Badıllı Ağabey’imize rahmet diliyoruz ve yakınlarına ve ahirete gidesiye kadar hasret çekecek dava arkadaşlarına sabırlar dileriz.
Alimler ölümleri ile de çok hizmet ederler. Muhterem Ağabey’imizin ayrılık acısıdır ki kalemimize bir pervasızlık vermiş. Temenni ederiz ki Abdülkâdir Badıllı Ağabeyimizin cesaret ve fevkalade şehameti bütün mü’min kardeşlerine miras kalsın ve taksim edilmeden bi tamamiha her mü’min varisi olsun. Amin.
Abdülkadir Badıllı Ağabey’in hayatına bakarak anlayabiliriz; meyl-i taharri-i hakikat nedir, insaniyete muhabbet nasıl olur ve nasıl insaflı olunur. Hakperestlik, nefisperestliğe nasıl tercih edilir. Kendisi dünyadan takdir edilen nasibini almıştır. İnşallah dünyada şimdilik kalanlar olarak bizler de O’nun dik duruşundan ve hakikat aşkından nasiplenir, bıraktığı eserlerin kıymetini taktir ederiz.
Şeriat isteyenleri asan zalimlere karşı “şeriatın bir tek hakikatine binler ruhum feda olsun” diyen Üstadına şeriatın hakikatine feda olmuş bir ruh ile kavuşmuş olması temennimizdir. Evet, Bediüzzaman binler belki milyonlar kahraman ruhların şeriatın hakikatlerine feda olmasına öncülük etmiştir. Hayatı ile de isbat etmiştir ki; bu uğurda başını veren milyonlar kahraman başlardan bir baştır ve başını ve ruhunu hiç çekinmeden hakikat uğrunda feda edecek bir nesil yetiştirmiştir. Er ya da geç bu kahramanlar dünyada hükümlerini icra edecekler. Mana aleminde zaten sultandırlar, zamanı ve zemini gelince dünyanın maddesine de hükmedeceklerdir inşaAllah. İstikbal akıllı sadıkların ve kemal-i ümid-i zafer ile çalışanlarındır. Yaşasın sıdk, ölsün ye’is…