Psikolog Muhammed Said Duran'ın yazısı
(Bu yazı, saksımda beslediğim bir çiçeğin dalından düşen yaprağının tekrar çiçek açması üzerine yazılmıştır.)
Bazen yeni bir başlangıç için, bir nihayete ihtiyaç vardır. Dalından düşmüş bir yaprak da pekâlâ çiçek açabilir. Bir nokta, noktalığı ile beraber bir kelamın bitişini, başka bir kelamın başlangıcını temsil eder. Veyahut bir insanın dünyaya gelişi, bir hayatın bitişiyle başka bir hayatın başlangıcını ihtiva eder. Ölüm de aynı manayı ihtiva eder, mutlak bir son bir bitiş değildir. Bu minvalde, bir günün sabahıyla gecesini tayin etmek de mümkün değildir, denilebilir. Bizim geceyi idrak ettiğimiz bir an, bir başka menzilde nurefşan olabilir. Çünkü, zaman denilen mefhum, “hatt-ı müstakîm üzerine hareket etmiyor ki, mebde ile müntehası birbirinden uzaklaşsın.” Yani zaman da, arzımız gibi döngüsel/dairesel bir hareket tarzına sahiptir ve bu tarz-ı hareket âli hikmetler için irade edilmiştir.
“İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.” Alemde ve insanda, bu nisbiliğe ve döngüye dair bazı deliller şunlardır;
Çocukluk ile yaşlılık arasında böyle bir ilişki söz konusudur; acz ve fakrın ziyadeleştiği, ihtiyar ve iktidarın gayet noksan olduğu bu dönemler insan hayatında ibretli bir benzerlik gösterir. Sert mizaca sahip bireylerin bile, yaşlandıklarında çocuklar gibi yumuşadıkları, alınganlaştıkları, duygusallaştıkları çok defa görülmüştür. Hatta bir kısım düşünürler, çocukluk ve yaşlılık arasındaki bu paralelliği kastederek yaşlılığı “ikinci çocukluk dönemi” olarak nitelendirmişlerdir.
Duygusal olgunluktan yoksunlaşması, özbakım ihtiyaçlarının bakım verenleri tarafından karşılanması, kavrama ve ifade etme yeteneği olarak tekrar temel düzeye dönmesi, beslenmek için bir başkasına muhtaç olması, yürümek/doğrulmak için desteğe ihtiyaç duyması gibi durumlar bu benzerliklere örnek olarak gösterilebilir. Yalnız bir fark vardır, “Kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.” Velhasıl, insan hayatında “bakım verme ve bakıma muhtaçlık” arasındaki döngü gayet manidar ve kaçınılmazdır.
Çocukluk ve yaşlılık dönemlerindeki bu güçsüzlük, hem insanların merhametini hem de rahmet-i ilahiyeyi cezbetmesi açısından da benzerlik gösterir. Hadislerde ve İslam büyüklerinin sözlerinde çocukların ve yaşlıların “masum” olarak addedilmesi, onlara muavenetin tavsiye edilmesi; onların bazı dini hüküm ve tekliflerde müstesna tutulması bundan olsa gerektir.
Evlat ile ebeveyn arasında da böyle bir ilişkiden söz edilebilir; İnsan bir anne ile babanın evladı olarak dünyaya gelir ve kendisi de başka bir insanın anne-babalığına adaydır. Geçtiğimiz günlerde bu döngünün çarpıcı şekilde işlendiği bir film sahnesine denk geldim; yaşlı ve hasta babasının banyo yapmasına yardımcı olan yetişkin evlat, babasının kendisine banyo yaptırdığı yılları hatırlıyor ve oldukça hüzünleniyor. Muhtemelen bu döngüyü yaşlı babası da yaşamıştır ve büyük ihtimalle kendisi de aynı döngüye girecektir.
Ağaç ile meyve, tohum ile fidan arasında da böyle bir deverandan bahsetmek mümkündür: Bir ağacın nihayeti olan meyve, başka bir ağacın başlangıcını temsil eder. Dalından düşüp yaşamdan kopan bir meyve, düştüğü yerde yeni bir hayata vesile olur, bir fidanın hayatıyla tazelenir ve tekrar göğe yükselir. Bu vesile ile her düşüşün muhtemel bir yükseliş, her yükselişin muhtemel bir düşüş olduğu söylenebilir.
Tatmin ile arzu/ihtiyaç arasında da böyle bir döngü bir paradoks vardır; tatmin edilen her arzu ve giderilen her ihtiyaç bir başka veya aynı arzunun/ihtiyacın yoksunluğuna zemin hazırlar çoğu zaman. Doyum adına yapılan şey, peşinen bir yoksunluk getirebilir. Uyuma, yeme içme, nefes alma gibi bedensel ihtiyaçlarımız bu ilahi kanuna/döngüye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden doyuma/rahata ulaşma çabası, bu ilahi kanun tarafından mütemadiyen red cevabı alır ve hüsranla sonuçlanır. Hatta bu döngüden iktibasla, “Burası doymak yeri değil tatmak yeridir” denilir.
Mevsimler, karnlar, devirler de böyledir: kışı veya yazı mutlak surette başlangıç kabul etmek mümkün değildir. “Yeni yıl” eski bir senenin yenisi, bir sonraki yılın eskisidir. “Bugün” dünün yarınıysa, yarının da dünü olacaktır. Eski-yeni, doğum-ölüm, başlangıç- bitiş vb. gibi zaman mevhumuna dayalı bütün kavramlar bu ilahi kanunun esiridir; Ezeli ve Ebedi olan yalnız O’dur.
Velhasıl; başlangıç ve bitişin nisbiliği insanın eline verilmiştir. Her an bir deveran, bir tebeddül, bir tegayyür geçiren şu kâinatta, bir vakıaya mutlak surette mukaddeme veya münteha demek mümkün değildir.
İnsan, kendi hayat macerasında her bitişin bir başlangıca vesile olduğunun/olabileceğinin idrakinde olmalı. Olmalı ki, ümitsizliğe düşüp Allah’ın rahmetinden ümit kesmesin; ölmeden önce ölmesin. Fakat başlayan her şeyin de bir nihayetinin olduğunu unutmamalı. Unutmamalı ki, zeval ve firakın pençesinden kurtulup, mevcudatın ve mahlûkatın üzerindeki fena ve fani damgasını farkedip, mutlak yeisten kurtulup Baki-yi Hakiki’yi arasın, bulsun…