Biz büyük adam değildik. Küçük adam bile değildik. "Hiç bi'şey"dik. Muhammet Benek'le Van, Bitlis, Siirt civarında Bediüzzaman'ın izini sürdüğümüz belgesel çalışması vesilesiyle tanıştık, abi kardeş olduk. En son yola çıkmadan aramıştı. Bir gün önce tekrar aradığında "abi özledim konuşmayı, bu iş bitsin geleceğim" demişti. Daha farklı projeler için uzun konuşmak gerekiyordu. Hazırlıklarımız vardı, birleştirip yeni bir iş ortaya çıkaracaktık. Artık daha fazla, daha yenilikçi, daha iddialı filmler çekebilirdik. Dünyayı sanatla kurtaracaktık. Bütün yeteneklerimizi sinema ile birleştirebilirdik. Güzel kardeşlerim dediğim ekibiyle güzel yürekli işleriyle ödüllü filmler gelecekti. Meselemiz sadece sinema yapmak, ahirete karşı sinemadan umut bulmak değildi. Benim ümidim şuydu doğrusu: Muhammet'in ve arkadaşlarının o güzel yüreklerinin hep beklediğimiz sinema dilini üretebileceğini, hayal ettiğimiz manzaraları ortaya koyabileceği. Yürek sineması, gönül sineması, hayat sineması derken hadis filmleri ile beklediğimiz başlık da gelmişti. Tevfik İleri İmam Hatip Lisesindeki bir söyleşide kısa film yapmak isteyen öğrencilere Muhammet ve ekibini örnek göstermiştim. Sonraları Muhammet için de güzel bir platform olmuştu. Ümit buydu. Elbette ümitler tükenmez.. Yürekler bitmez. Muhammet'ler sönmez. İşte sana kocaman bir çekim alanı. Yeşil kuşların gözlerinden, geniş kanatlarından dünya kadar bir memleket, yıldızlar, tarih, seyir imkanları... Sohbetler dünyada bile tadına doyulmaz iken ahirette uykusuz, gecesiz, bitmeyen zamansız... Zevk, neş'e, huşu ve huzur.
Seksenine yaklaşan Suad Alkan da genç Muhammet'te bir umut görmüştü. Tv111'de Medeniyet Tasavvurları programında "Tommy" filmi hakkında konuşurken Muhammet'i risale okuyan insanlar için sinemasının nasıl heyecan getirebileceğinden bahsetmiştik. Suad bey şöyle anlatmıştı: Muhammed Benek'e Tommy filmini seyretmesini tavsiye ettim. Tommy'nin ne olduğunu da söyledim. Tommy Hristiyanlığın bir mesih hareketidir. Mesihin Hristiyanlık üzerindeki yaptığı tecdittir. Fakat Türk Tommy'si de Bediüzzaman'dır. Muhammet Benek filmi adam akıllı özümsemiş seyretmiş. Bununla ilgili tepkisi yazdığı bir makalede görülüyor."
Alkan'ın bahsettiği makalesinde Muhammet şöyle diyordu: "Bediüzzaman bir heyecanın adıydı; bu heyecanı yüreklerinde hissedebilenlerin gördüğü ve anlayabildiği..." Tommy: ben heyecanım" diyordu.
İkisi arasındaki bağı Muhammet yakalamış. İnsanlara onu söylüyordu; yani Bediüzzaman'ın dilinde: "biz imanın cereyanındayız" dediği heyecan Tommy'nin dilinde başlangıçta söylenmişti:
"Yüreğinizle göreceksiniz beni ben heyecanım gördüklerinden büyülenmiş insanlara iz bırakıyorum."
Bunun üzerine Muhammet Benek hakkında şunu söylüyordu Suad Bey; Tommy'e bakarken fevkalade önemli genç bir adamın bu gözlükten Bediüzzaman’ı görmeye başladığını anladım. Tommy'i seyrederken bu genç adam Bediüzzaman'ı görmeye başladı. "Bediüzzaman vicdan kalp penceresinden bakar. Akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır sözünü işittim Tommy'i seyrederken" diyen Muhammet'in bu sözü oradan işitmesi bence hem Türkiye'de Müslümanlık kültürü açısından hem Batı kültürü açısından ulaşılması ve aşılması neredeyse imkansız olan noktalardır."
Tommy söz konusu olduğu zaman, sinema seyircisi ancak elli senede bir böyle bir filmi seyretme imkanına ulaşabilirler, diyor film eleştirmenleri. Muhammet Benek'le ilgili bir ümit de Tommy bağlamında Bediüzzaman'ın Ayet-ül Kübra eseri ile ilgili çalışacak olmasıydı. Artık risale okuyan insanların konuşmaktan ziyade planlı ve programlı bir şeyler yapabildiğini göstermesi açısından ve yeni nesle artık bu işi bırakmak açısından tekrar tebrik ve teşvik etmek gerekirdi. Yıllar öncesinden söylenegeldiği gibi; artık şu yanlış ata oynamak korkusunu bırakıp gençleri desteklemek ve yapacaklarını sabırla beklemekti.
Muhammet'in son geldiği yeri, İman sinemasının yüksek bir mertebesine ahiret sinemasına terfi olarak görmeliyiz. Ne mutlu ona ki, burada aldığı dersleri ahiret âlemlerinde tekmil edecektir inşallah. Bizim için dünyada bir ümidin kaybı olsa da cennetin güzellikleri altında kardeşimle sohbetlerimizi heyecanla beklemek gerekiyor.
Başlangıçta ve sonuçta sinema da hayat gibi… Bediüzzaman: “Hayatım bir mektuptur” derken belki de “bir sinemadır” diyecekti. Bediüzzaman “hayatım bir sinemadır” deseydi, “iman sineması” tanımlamasını tekrar anımsatırdı. Din hayatın hayatı olduğu içindir Bediüzzaman dini hem de hayatın nuru ve esası olduğu için hareketi veren, insan üzerinde düşen ışığı, sinema makinesinin ışığı, ses makinesinin sesi, perde üzerindeki gölgelerin hareketi.. Hangi hayatı alsak zihinlerde bir film platosu kuruluveriliyor. O halde izleyici bir göz, kucaklayan bir dil, parlak bir fikir, zeki dostlar, paylaşımcı oyuncular… O halde sinema bizi hayata davet ederken, ışık, ses ve görüntüden ibaret perde üzerinde oynaşan hakikatten damlalar, yüksek ahlâk, iffet ve san’ata davet ediyor. Yeter ki bakan göz, anlayan akıl, şükreden bir kul bulsun…
Elbette ve şüphesiz.. Hiç şüphesiz bütün ışıklar, nurlar, kemalât; kaynağını bulduğu yüze dönüyor ise hayatın kaynağına dokunuyor, aynada titreyen ışık gibi sinema perdesinde tereddüt gösteriyor ama bu kulluğun mahcubiyetiyle buluşuyor. Nur-u Muhammedî olmadan perde de kalkıyor, ışık da, ses de, ruh da… O’nun (asm) “perde”si ile başlıyoruz. Mektuplar “Salat u selâm” ile mühürleniyor. Hamdolsun.
Muhammet'in son kısa filmi “Moustapha” Çağrı ve Ömer Muhtar filmlerinin meşhur yönetmeni Mustafa Akad’ın hayatını konu alıyordu. Akad’ın hayatı Muhammet’in “Hadis filmleri” projesini düşünürken tevafuk ettiği “Bir baba evlâdına güzel ahlâktan daha ziyade bir miras bırakmamıştır” fermanı üzerinde hareket bulacaktı. Akad’ın film yolculuğu, bir hadis-i Şerifin ışığında Muhammet’in zihninde tekrar can buldu; O Nur’u Muhammedî girdiği her zihni bir şölene çevirir zaten. Muhammet Benek’in filmi de işte, kendi hesabına bir “Rahmânî mektup” olarak ortaya düşüyordu. Bir küçük devin insan muhayyilesinde gulyabâniye dönüştürdüğü modern dönemin insanlarına inat, büyüyen korkunun peşinden koşuyor.. Koştukça korku dağları eriyor; avuç içi kadar bir siyahlık olarak yere yapışıyordu. Mustafa Akad da Amerika’ya bir küçük adam olarak gitmişti; Hitchcock’un büyüttüğü filmlerde ezilmeden üzerine giderek ve kaybolmayarak cesaretle büyüyerek O Nur’un izinde parlak bir sinematografi üretmişti. Muhammet’in filmleri de kısa zamanda büyük cesaret olarak belirmeye başlamıştı. Moustapha da Muhammet’i parlayan bir ümit olarak tekrar hatırlatıyordu. Dünya sinemasının hoyratça harcadığı insan ümidini Bediüzzaman: “Sinema ahirete karşı bir teselli olabilir mi?” diye soruyordu. Distopyalarından sızan karanlık bir sinema “yürüyen ölüler”le mi ümit olacaktır. Yoksa yeşil kuşların gövdelerinde kanat çırpan iman talebeleriyle mi?
“Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnettarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.” Şualar.
Sergüzeşt-i hayat bir rüyadır, sinema ise çoğunda sadece bir hayaldir. Batı hayalperestliği; “sinema mı, yoksa hayat mı gerçek” sorusuyla hoyratça rüyayla hayali yer değiştirerek sapkınlığa meylediyor; ifrat ediyor. “Hayatımız sinema değil, sinemamız hayattır” diyor. “Artık gerçek sinemada” diye ilan ediyor: ” hayat bir yanılgı, gerçek ise sinemadır” diyerek vesveseyi mutlaklaştırıyor. ‘İnsan yalnızlığını sinema ile çözecek, yâr ve yârânı sinemadan seçecek’ noktasına getiriyor.
Hayali kuşanıp tepeden bakınca, elbette seyrettiğin bir sinemadır. O zaman sormak gerekir:
Sinema ne kadar hayatın kendisidir?
Aşağıda yürüyen bu ölüler, hayata dair bir ümit verebilir mi?
Ölüm karşısında bir teselli olabilir mi?
Sinema sonsuzluk karşısında nasıl bir başka yol bulabilir?
‘Hayatımız sinema değil, sinemamız hayat’ demek yeni bir hayal yazgısı mı bulmaktır?
Sinema hayat gibi yorum bekleyen bir düş mü, yoksa önceden belirlenmiş bir hayatın hayal perdesi mi olacaktır?
Sinema perdesinin gerisindekiler ile önündekiler gerçekliğin hangi taraflarını ifade edeceklerdir?
‘Artık gerçek sinemada’ demekle gerçek hayatı sinemaya yıkan anlayış nasıl bir hayal peşindedir?
Sinema ‘kurgunun gerçek hayatla ispatının’ bir ispatı olarak kullanılabilir mi?
Kullanılıyor mu?
Yani, sonra gerçekleşecek bir olayın ilk göründüğü yer olabilir mi sinema?
Bu yönüyle yorumlanmış bir düş ile karşılaşabilir mi seyirci?
Yorumu seyirciden alınıp kurgucuya verilmiş bir sinema ne denli gerçek hayattır?
Açık ucu köreltilmiş bir sinema diliyle yeni bir ‘düş kurgusu’, hayatın içinde mümkün olabilir mi?
Hakikatten koparılmış bir hayalin ürettiği bir kurguyla, önceden haber verilen hayat gerçekte ne kadar yansır seyircinin eline, cebine, beğenisine?
Ve oradan gerçek hayatına?..
Sinema bir ibret iken bir ikaza dönüşebilir mi?
Bir haberciye?
Tehdit ediciye?
Teklif ediciye?
Tabir ediciye?
Nihayet, Bediüzzaman’ın sorusu: “…ve uhrevî sır sinemada mıdır?”
Bütün bunlara karşılık, bir Bediüzzaman sineması örneği vermek gerekiyor.
Bu kez, aynı hayalin yükseğine çıkarıp kendisini dinleyelim:
“İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’ân’ın gösterdiği vesaille, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i rûhânî olarak semâvâtın ulûmlarına çıkacağım. Tâ, oradan temaşa edip göreceğiz ki, küre-i arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi, Sâni-i Hakîm dest-i kudretle döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ, parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine nazar-ı hikmetle göreceğiz.
Sonra da semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahmân, sathını serip müheyyâ ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz.
Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi, beşiğini atıp harap etmekle beşeri saadet-saray-ı ebediyyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz.
Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekânla mukayyed olmayan seyr-i ruhaniyle zaman-ı mazi kıt’asına girip, ebnâ-yı cinsimiz olan, ebnâ-yı maziyle seyyale-i berkiye-i tarihiyeyle muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifânın köşesinde vukua gelen hadisatı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız.
Sonra dönüp gelmek üzere olan ebnâ-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için saâdetin fecr-i sadıkını uzaktan görmek ve göstermekle maşrık-ı istikbale müteveccih olarak, şimendifer-i terakkîye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimizle beraber, ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen, fakat arkası gayet parlak olan zamana dahil olacağız. Tâ ebnâ-yı müstakbelle musafaha edip saâdetlerini tebrik edeceğiz.
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrirle sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey birader! Senin elini tutup hazine-i hakaike götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç meseleyle acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def edeceğim.
Öyle hayalât, gulyabânî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de, nuru nar, dürrü mederr gibi gösterir. O hayalâttan sakın!”
Cemil Meriç, Kırkambar’da şöyle diyor: Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz. Elbette düşünce adamı sanat adamıdır. Bir fikrin olması demek, estetiğin bulunması ve güzelliğin peşinde bir duygu ve algılayış çabası demektir. Bediüzzaman: Ecnebiler fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar, derken buna karşı yine fen ve sanatla karşı çıkılabileceğini vurguluyor.
Ömer Lekesiz, bir süre önce roman için yazmıştı: Yapmasak da yapabileceğimizi göstermek durumundayız. Yani, Müslümanın bazı sanat uygulamaları ile ilgili bazı çekinceleri olabilir; ancak o gücü olduğu halde yapmamak da bir güçtür. Minyatür sanatı örneğin, Batı’nın portresinin çok önündedir. Bu resme karşı değildir, çünkü portrede olmayan çok boyutluluk, soyut yaklaşım ve derinlik ve de zamanüstülük minyatür bakışında vardır. Aynı şey hat için de geçerlidir. Hat sanatının heykele karşı olduğunu söylemek de yersizdir, çünkü kimi hattın verdiği heykel duygusu, çoğu, heykelin çok ötesindedir.
Elbette, İslam’ın anlam estetiği, Bediüzzaman’ın şekil dizininden değil anlamların estetik ardıllığında beklediği ruhani bir haldir. Sinema sanatı da bu anlatılanlardan farklı olarak, yeni bir uzayı adlandırıyor olsa gerektir. Bediüzzaman’ın sinemaya ilgisi malum çerçevede sanatın içinde aradığı ibreti bulabilmek için bir güzel yol açmasındandır. Muhtemelen izlediği sessiz sinemanın kendisi için döneminin sanat algısına da bir açılışı idi. Şarlo ile sinema perdesinde karşılaşmaları da muhtemeldir. Chaplin’in sinemasının doğrusu Bediüzzaman’ın sinema algısı ile birleşen çok noktaları olacağını düşünüyordum. Bu noktada Muhammet Benek’in zihin açıklığı bize buradaki bağlantıları açığa çıkarma fırsatı vereceğini düşünüyordum. Muhammet bir süre sinemanın hem fikir hem de aksiyon alanlarında dolaştı. Bu kendisine hem büyük bir imkan hem de büyük sorumluluklar yüklüyordu. Sanat zaten dışarıdan bakılınca böyle bir şeydir. Doğrusu içeriden pek öyle değildir, sanatçı sanatın sorumluluk ve imkan değil de daha çok acılarını yüklenir. Muhammet, ilk Elma ile ortamıza düşmüştü. Kısa ve etkileyici bir merhaba idi. İnternetten, birkaç edebiyatçının olduğu bir ortamda, seyrettikten sonra fikirlerini almak istemiştim. En güzel yorumu orada bulunan genç bir lise talebesi verdi. O zaman anladım ki, Muhammet geleceği görüyordu. Sinema geçmişin değil hep geleceğin, yeni nesillerin, genç beyinlerin sanatı olmuştur.
Sanat kişiseldir. Akımlar biçimseldir, içerik insanların kendi benliklerine aittir. İyi insan olmadan iyi san’atçı olunamaz. Muhammet’in iyi bir san’atçı olması için zaten olanı, güzel insanlığını ortaya koyması yeterliydi… Bu onun en büyük avantajı oldu… Güzellikleri içinde dolandığı sürece sanatında büyüyecekti. Bu sadece Muhammet için de geçerli değil.. Etrafında Onun kadar güzel arkadaşları, güzelliklerini zihnindeki akıştaki incelikle canlandırabilirlerdi. Konuşma imkanı bulduklarımda bu vardı. Aldıkları ödüller de bir hak edişi gösteriyordu.
Küçük bir dokunuş bile büyük bir insanlık gerektirir, zira. Muhammet Benek ve ekibi küçük işler, büyük anlamlar peşinde emin adımlarla ilerlediler. Minyatür gibi, içine daldıkça daha da açılacaklardı, derinleşecekler, geleceği yakalayacaklardı. Bunlar basit teknik gelişmelerle etrafı örülecek şeylerdi. Büyük laf etmektense, küçük iş yapmayı tercih etmek lazım. Büyük adamları beklemektense “küçük” adamların işlerini alkışlamalı. Çünkü bu işte küçük büyüktür, küçük adam gördükleriniz çoğu büyük adam dediklerinizdir…. Sanatın büyüklüğü buradadır. Aksiyon adamlarının sanat adamlarından etkilenecekleri alan da burada olabilir.
Salıncak, Vahdet… “Beyaz”. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan gerçek üstü bir güzellik olarak duruyor. Güzelin gerçek üstü âla boyutunu gösteren.. doğrusu, güzelliğin gerçeküstüne de ihtiyaç bırakmayan sadeliğini ortaya koyan bir “küçük” insanlardan “büyük” insanlık boyutu… Muhammet’in insana bakışındaki zenginlik, ifadede çeşitlilik olarak yansımıştı. Belli bir yöre, ağız, töre, usûl takıntılarında azalmadan sürekli çoğalan bir insan zenginliği… İnsan toplamak, Muhammet’in güzel yüreğinin evrensel bir ifade alanını da oluşturuyordu. İşte buydu bizi kurtaracak… Derviş Zaim: “Felsefenin yapmaya çalıştığı şeyi şu an sinemanın yapması gerektiğini düşünüyorum.” demişti. En son ifadelerinde ise, sinemada bütün cevaplarını veremediğini itiraf ediyor. Muhammet’ten beklediğimiz de hem aksiyon hem de düşünce olarak çalışmaya devam etmesi; yani hem sinema yapması hem de sinema düşünmesi ve yazmasıydı. Tek taraflı kalma şansı yoktu, çünkü şimdilik aramızdaki tek sinemacı kendisiydi.
Bir yeteneğin emin adımlarla küçük “hu”larla yürüyüşüydü izlediğimiz… İnşallah.. Dervişan “hu” “hu”larla yürürken biz de arkalarından “ibretle yüklü” izliyor olacağız… Her şey daha yeni başlıyor.