Üniversite yıllarımızda, aceleciliğimizden olacak ki inançla ilgili konularda konuşup bazen de tartıştığımız arkadaşlarla çoğu zaman bir sonuca varamadan ayrılırdık.
Ben buna çok üzülürdüm. Sonra bunu bu konuda daha tecrübeli olan arkadaşlara açınca, onlar bana "bir konuyu konuşup tartışmaya başlayınca konuştuğunuz mevzuyu bitirmeden, başkasına geçmeyin" ikazında bulunmuşlardı. Sonra buna dikkat edince, netice aldığımızı görmeye başlamıştık. Netice bize ait değil ama yine de tartışmayı usulünce yapmayı ve mevzuyu çok iyi bilmeyi ihmal etmemek gerekiyor. Hatta bu, biraz da elzem. Bazen öyle oluyor ki karşılaştığımız ya da konuştuğumuz insanla bir daha görüşme ya da buluşma imkânınız olamayabiliyor. O anda sizin onu kısa, ikna edecek küçük bir izahınız belki de yıllar sonra karşınıza bir güzel bir netice olarak çıkabiliyor. Bunun onlarca misalini yaşamışsınızdır ve yaşadık.
Geçenlerde sosyal medyada çok kısa yazıştığımız arkadaşın çıkışları, beni bunları yazmaya veya bu girişi yapmaya zorladı. Genç arkadaşımız, Allah inancının insanlar tarafından uydurulduğunu paylaşınca ben de "Bunca peygamber, ilâhi kitap bu konuda size bir fikir ve kanaat vermiyor mu?" diye yazınca, "Bize bir mucize mi geldi ki inanalım?" tepkisini gösterdi. Ben de ona "Bir et parçasından ibaret kafa makinesindeki yine bir et parçasından ibaret dilinle, tam da oksijene göre ayarlamış ciğerine çektiğin havayla bütün bunları sana ikram eden bir Zâtı inkâr edebilmen bile bir mucize değil midir?" diye yazmıştım. Devamında ise, "Sen bana öyle bir şey söyle ki mucize olmasın?" diye de ilave etmiştim. Cevap dikkat çekici oldu. "Siz iman edenler, fikir konforu içerisinde bizi küçümsüyorsunuz, halbuki bir teodise (kötülük problemi) konusunda bile bir sözünüz yok" şeklinde oldu. Ona "Güzel kardeşim, âcizane okuduğumuz eserler sayesinde, kötülük problemi uzmanıyız ama önce bir Allah'a iman konusunu halledelim, sonra onu müsaitseniz tartışırız" dedik. Fakat çıkılmaz yollara girdiği için devam edemedik.
Arkadaşla devam etseydik, önce iman konusunda konuşacaktık. Çünkü onun kötülük problemi dediği konu, yine Rabbimiz ile ilgili, onun fiilerini tenkit ya da anlayamadağı, hikmet ve sebebini çôzemediği birtakım tasarruflara itirazı ifade ediyordu. Allah'ı kabul etmeyen birine, O'nun yarattıkları üzerindeki tasarrufunu ve o tasarruflardaki bizim zulüm zannettiğimiz işlerin rahmet yönünü ve imtihan gereği olan izin ve ihmal değil de mühlet verişini anlatmak nasıl mümkün olacak? Bu sitede daha önce 15,18 ve 21 Temmuz günlerinde çıkan "Kötülük Problemi mi Yoksa İyiliği Gôrme Körlüğü mü" diye üç yazımızda da bu konuyu genişçe işlemiştik. Ona bu yazılarımızı da adres gösterecektik.
Gerçekten hemen her zemin ve zamanda bu konu önümüze çıkıyor. Ya akla geliyor ya da soruluyor. Üstad, 2.13. 25. Lema ile 12. ve 24. Mektupta bu meseleyi kökten çözüyor. Hatta çok kısaltarak, bir cümleyle de çözüyor. "Halk-ı şer şer değil; kesb-i şer şerdir." Yani kötüyü yaratmak kötü değil, kötüyü, şerri işlemek, (kesbetmek) kötüdür. Mevzu bu olmadığı için, uzatmadan iki örnek vererek geçelim. Rabbimiz bıçağı, cinayet işlenmesi için değil, doktor ameliyatta kullansın; aşçının elinde yemekte kullanılsın diye yarattı. Eğer bıçak, bir cinayette ya da kötülükte kullanılıyorsa, buradaki suç, kullanana aittir, bıçağı yaratana değil. Aynı şekilde kalem de ateş de yağmur da kar da hayırlı neticeler için yaratılmıştır. Bunların kullanımındaki kötülük ya da şer ciheti, bizim onları kullanma keyfiyetine bağlıdır. Yani fiilin, mesela bir kalemle istediğin bir fiilin aslını yaratan Allah'tır ama o filin iyi ya da kötü sıfatına karar veren şahane serbest irademizle biziz. O fiilin hayır veya şer sıfatı bize ait olduğundan, mesul de elbette onu işleyendir.
Peki bu kötü fiilimize, niçin müsaade ediliyor? İmtihanda olan öğrencilerin içinde iyi yapanlarla kötü yapanların bir tutulmasını ister misiniz? İstemezsiniz herhalde. İyi yapana müsade edilse, kôtü yapana da edilmese. Bôyle bir imtihan olur mu?
Geçenlerde cumhurbaşkanımıza hitaben "Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir" diye bir yazı yazmıştım. Muhatabımıza dikkat, derken bu ölçüyü de nazara vernek isteriz. Bu ölçü, her yerde hizmetle ilgili her faaliyette de geçerlidir. Üstad, "Hak olan bir vesile, batıl vesileye galiptir." diyor. Hak olan bir davanın vesilesinin de hak olması gerektiğini kaydediyor. Senin elinde parlak ve üstün bir hak olabilir. Bu hakkın elinde olması yetmez. Bunu etrafa duyururken de hak bir vesilenin kullanılması şarttır. Yaptığın usulsüz işler, yerinde olmayan çıkışlar ya da az ihmaller seni başarısızlığa götürecektir. Bu konuda hassas olmak durumundayız.
Ya da şöyle ifade edelim. Anlatacaklarımızdan çok anlatış şeklimiz ve lisanı kalden ziyade, lisan-ı halimiz tesirlidir. Hani ilk intiba deriz ya. Bir sohbet ortamına, alışveriş için gittiğiniz bir mekâna bizi buyur eden, bizde en etkili olan şey oradaki samimiyet, sadelik, temizlik göze ve kalbe hitap eden gözlemleriniz değil midir? Anlatılan ya da satılanlardan daha çok aklımızda kalan bu ilgi ve görgüdür. Biraz da esnaf olduğumuz için ve yıllarca aynı şeyleri sattığımızdan biraz biliyorum. Buralara müşteri gelip önce elemanı soruyor . Size, biz yardımcı olalım, dememiz onu ikna etmiyor. İlla da istediği elemanla muhatap olmak istiyor. Bunlar neyi gösteriyor? Satıcı durumunda olanlar çok dikkat etmeli. Göz hassasiyeti nazardan çıkarılmamalıdır.
Evet dostlar, şahsen hizmet hayatımız boyunca gerek ailede gerek camiada bazen kırdığım pot ve usulsüzlüklerimi, aceleciliklerimi hatırladıkça Rabbimden affımı istiyorumum ya siz?
Selam ve dua ile.